nurunalanur Sadık Kardeşimiz
Mesaje : 259 Puncte : 648 Reputatie : 6 Data de inscriere : 23/03/10
| Konu: (onuncu söz) altıncı hakikattan devam Ptsi Nis. 12, 2010 10:37 am | |
| ALTINCI HAKİKAT: Bâb-ı Haşmet ve Sermediyyet olup, İsm-i Celil ve Bâki cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcûdâtı Güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i Rububiyyet; şu misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medâr-ı Rububiyyeti icad etmesin! Evet şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyâratın tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât ve Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât gösteriyor ki: Perde arkasında böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-ı Rububiyyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi' ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misâfirhane-i dünyada perişan bir Sûrette muvakkaten toplanmışlar. Misâfirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni'-i Zülcelâl'in kıymettar ihsânâtının nümûnelerini ve hârika san'at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşa etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında; o sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun... Şu hakikata, şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar sh: » (S: 77) sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin Sûretlerini alıyorlar. Hem o büyük Zâtın hizmetkârlârı da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; O Zât her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şübhen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hâzırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor. Aynen onun gibi, şu misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esâsı anlarsın: Birinci Esâs: Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil... Kendi kendine de bu Sûreti alması muhaldir. Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir. İkinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerîm'i, onları Dâr-üs Selâm'a davet eder. Üçüncü Esâs: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakıyla bir çok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir (Haşiye), şükür içindir.Usûl-i daimîsine teşvik içindir. Başka gâyet ulvî gayeler içindir. Dördüncü Esâs: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki müzeyyenat___________________________ (Haşiye-1): Evet mâdem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san'atı gâyet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümunelerdir, başka şeylerin Sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahmân-ı Rahîm'in rahmetiyle, sevdiği ibâdına hâzırladığı niam-ı Cennet'in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.sh: » (S: 78)ýise (Haşiye) Cennet'te ehl-i îmân için rahmet-i Rahman'la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, Sûretleri hükmündedir. Beşinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu fâni masnûat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki _________________________________ (Haşiye): Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır: Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaatını, Şahid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval lâtif masnûat ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizât-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâl'in nazarına arzetmek birinci gayesidir. İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yâni herşey, Sâni'-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arzeder, mütalâaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nümâ bir mütalâagâhtır. Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. İşte bu taaddüd-ü gayâttandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sırr-ı tevfîkı şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; Beyân ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir. sh: » (S: 79) vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlûb bir vaziyet alıp; tâ Sûretleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zabtedilsin... Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medâr olsun. Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını; belki sûreten fena ise de tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki: Fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen akıllar adedince, mânâlarını akıllarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zâhirî Sûretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor. Gûya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i Sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dağdağalı inkılâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gâyet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır. Altıncı Esâs: Hem anlarsın ki: İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin Sûretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir. Yedinci Esâs: Hem anlarsın ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, îdam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır (Haşiye). Hem yeni baharda gelecek___________________________ (Hâşiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs'atına ve sâir ihvanlarının hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem perişan olurlar. İşte bahar dahi, mahşer-nümâ bir meyvedâr ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi; ibret-nümâ bir şeceredir. Arz dahi, mahşer-i acaib bir şecere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümâdır. sh: » (S: 80) mahlûkata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtın gelmesine yer hâzırlamaktır ve ihzârattır. Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazât-ı Sübhaniyyedir. Sekizinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder. Dokuzuncu Esâs: Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutûr etmiştir. Âmenna... YEDİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyyet olup, İsm-i Hafîz ve Rakib'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fıtratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyır, aslâ!.. Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizâm ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu' vücudunda, gâyet muntâzam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği sûretler dahi, birer intizâmlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizâm tahtındadır. Zîra görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehâdetten göçüp giden herşeyin Hafîz-i Zülcelâl, birçok Sûretlerini elvâh-ı mahfûza hükmünde olan (Haşiye: Yedinci Sûret'in haşiyesine bak.) hâfızalarda ve bir türlü misâlî âyînelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor. Zâhir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Meselâ: Beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyetin âzamet-i ihâtasını gösteriyor. Görmüyor musun ki: Koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün sh: » (S: 81)mevcûdâtı ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a'mali ve teşkilâtının kanunları ve Sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta rubûbiyyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek Sûretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyır ve aslâ! Evet şu hafîziyetin bu Sûrette tecellisinden anlaşılıyor ki: Şu mevcûdâtın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyyet-i Saltanatında gâyet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden herşeyin Sûretini müteaddid şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyet işaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a'mâl defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek. Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-ı şuûnuna şahid olarak kesret dairelerinde, Vahdâniyyet-i İlâhiyyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcûdatın tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın! Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâyı görmesin! Hâyır ve aslâ!.. Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâşiye) mümkinata kadir___________________________ (Hâşiye): Evet zaman-ı hâzırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mâzi; umumen vukûattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki Kalem-i Kader ile tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu'cizât-ı âyâtını onlarda Kemâl-i hikmet ve intizâm ile yazmıştır. Şu zamandan tâ Kıyamete, tâ Cennet'e, tâ Ebede kadar olan zaman-ı istikbâl; umumen imkânattır. Yâni mâzi vukuâttır, istikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasılki dün- sh: » (S: 82)olduğuna,bütün geçmiş zamandaki mu'cizât-ı kudreti olan vukuâtı şehadet eden ve kıyâmet ve Haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede îcad eden bir Kâdîr-i Zülcelâl'den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir! Mâdem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir. SEKİZİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı vaad ve Vaîd'tir. İsm-i Cemîl ve Celîl'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnûâtın Sânii; bütün Enbiyanın tevâtürle haber verdikleri ve bütün Sıddıkîn ve Evliyanın icmâ' ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlahîsini yerine getirmeyip, -hâşâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki: Vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler; kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay.. Geçmiş baharın hesabsız mevcûdâtını, gelecek baharda kısmen aynen (Haşiye-1) kısmen mislen (Haşiye-2) iâdesi kadar kolaydır. Îfa-yı vaad ise; hem bize, hem __________________kü günü halkeden ve o güne mahsus mevcûdatı icad eden Zât; yarınki günü mevcûdâtıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şübhe getirmez. Öyle de şübhe yoktur ki: Şu meydan-ı garâib olan zaman-ı mâzinin mevcûdâtı ve hârikaları; bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizâtıdır. Kat'î şehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtın îcadına, bütün acâibinin izharına muktedirdir. Evet, nasılki, bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor.. Bir elmayı îcad eden, bir baharı îcad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misâl-i Mûsağğarıdır. Hem san'at itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san'attır ki: Onu öylece îcad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden, kıyâmet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin icadına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mâzinin bütün âlemlerini zamanın şeridine Kemâl-i hikmet ve intizâm ile takıp gösteren; elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmiikinci Sözde gâyet kat'î isbat etmişiz ki: «Her şey'i yapamayan hiçbir şey'i yapamaz ve birtek şey'i halkeden, her şey'i yapabilir. Hem eşyanın îcadı birtek Zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur. Ve suhulet peyda eder. Eğer müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek şeyin îcâdı; bütün eşyanın îcâdı kadar müşkilâtlı olur. Ve imtina derecesinde suûbet peyda eder...» (Haşiye-1): Ağaç ve otların kökleri gibi... (Haşiye-2): Yapraklar, meyveler gibi...sh: » (S: 83)her şey'e, hem kendisine, hem saltanat-ı Rububiyyetine pek çok lâzımdır. Hulf-ul- vaad ise; hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihâta-yı ilmiyyesine münâfîdir. Zira hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya acizden gelir. Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinâyet işliyorsun ki; kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf; onun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler; sıdkına ve hakkaniyyetine şehadet eden bir Zâtı tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet işliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzı ehl-i Cehennem'in bir dişi, dağ kadar olması; cinâyetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş. Misâlin şu yolcuya benzer ki: Güneşin ziyâsından gözünü kapar. Kafası içindeki hayâline bakâr. Vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem şu mevcûdât; hak söyleyen sâdık kelimeleri, şu hâdisat-ı kâinat; doğru söyleyen nâtık âyetleri olan Cenâb-ı Hak vaad etmiş, elbette yapacaktır. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktır, bir saadet-i uzmâ verecektir. DOKUZUNCU HAKİKAT: Bâb-ı İhyâ ve İmâte'dir. İsm-i Hayy-ı Kayyum'un, Muhyî ve Mümît'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beşer haşri gibi acib, üçyüz binden ziyade envâ'-ı mahlûkatı haşr ve neşredip kudretini gösteren ve o haşr ve neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlarıyla beşerin haşrini vâ'detmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün mevcûdâtı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla âzamet-i Rubûbiyyetini gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi' ve en nâzik ve en nâzenîn, en nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatâb ittihaz ederek herşey'i ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kıyâmeti getirmesin! Haşri yapmasın ve yapamasın! Beşeri ihyâ et- sh: » (S: 84)mesin veya edemesin! Mahkeme-i Kübrâyı açamasın! Cennet ve Cehennem'i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!.. Evet şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşân'ı her asırda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Haşr-i Ekberin ve meydân-ı kıyâmetin pek çok emsâlini ve nümunelerini ve işârâtını icad ediyor. Ezcümle: Haşr-i baharîde görüyoruz ki; beş-altı gün zarfında küçük ve büyük hayvânat ve nebâtattan üçyüz binden ziyade envâ'ı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iâde ediyor. Başkalarını ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor. Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemâl-i imtiyaz ve teşhîs ile o kadar sür'at ve vüs'at ve sühulet içinde kemâl-i intizâm ve mîzan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu işleri yapan Zâta bir şey ağır gelebilsin; Semâvat ve Arzı altı günde halkedemesin, insanı bir sayhâ ile haşredemesin! Hâşâ... Acaba: Mûciznümâ bir kâtib bulunsa, hurufları, ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gâyet güzel bir Sûrette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: Şu kâtip kendi te'lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak. Sen diyebilir misin ki: Yapamaz ve inanmam... Veyahut, bir Sultân-ı Mu'cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde; sonra görsen ki: Büyük bir taş dereye yuvarlanmış. O Zâtın kendi ziyâfetine dâvet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak. Sen desen ki: Kaldırmaz veya kaldıramaz... Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: O Zât bir boru sesiyle, efrâdı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizâmı altına girerler. Sen desen ki: İnanmam! Ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın... İşte şu üç temsîli fehmettin ise, bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yapra sh: » (S: 85)ğını açıp, rûy-i Arzın sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâı, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i Sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, Sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasıl bu Arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemâl-i intizâmla zerratı Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren, ordular îcad eden Zât-ı Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizâmı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrat-ı esâsiye ve eczâ-yı asliyyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi? Hem, bu bahar haşrine benziyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutların îcad ve ifnasında haşre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ eğer hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanın iki cenahı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misâl-i hâşir ve Kıyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib'âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın... Bak! Fermân-ı A'zam, bahsettiğimiz hakikata dair ne diyor: فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ELHÂSIL: Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî ise; her şeydir. Evet, mahşer-i acâip olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, Seyyaratı Meleklerine tayyare yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîka- sh: » (S: 86)rar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasız nâkıs, tekemmülsüz umûr-u Dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona şâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceğine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashâbı, bütün ­­­­­­kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nuraniyye erbabı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzat ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler. Hulfül-vaad ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celâl-i kudsiyyetine yanaşamaz. Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya acizden gelir. Halbuki, küfür; cinâyet-i mutlakadır (Hâşiye), Afve kabil değil... Kadîr-i Mutlak ise, acizden münezzeh ve mukaddestir. Şahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde kemâl-i ittifak ile şu mes'elenin esâsında müttehiddirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beşerin bir yıldızı, bir tâifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu mes'elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattırlar. Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ: Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirleri inkârlarını hiçe atarlar. Elhâsıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâva, daha zâhir bir hakikat olamaz... Demek, şübhesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.­­­­­­­­­­___________________________(Haşiye): Evet küfür, mevcûdâtın kıymetini iskat ve mânâsızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcûdat âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan; bütün Esmâ-yı İlâhiyyeye karşı bir tezyif ve mevcûdâtın vahdâniyyete olan şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlûkata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabûle liyâkatı kalmaz. Hem, bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlûkatın ve bütün Esmâ-i İlahiyyenin hukukuna bir tecâvüzdür. İşte şu hukukun muhafazası; ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu mânâyı ifade eder.sh: » (S: 87) ONUNCU HAKİKAT: Bâb-ı Hikmet, İnayet, Rahmet, Adâlet tir. İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm'in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Şu bekasız misafirhane-i Dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakikatları hiçe insin?.. Hem hiç kabil midir ki O Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatâb ve câmi' bir âyine yapıp bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin? Hem hiç mâkul mudur ki: hattâ çekirdek kadar herbir mevcûda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yanız bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın! Ve bunları, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın! Tâ hakikî ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki: Bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in zıdlarıyla -hâşâ sümme hâşâ- muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib etsin, bütün mevcûdatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnûatın delâletlerini ibtal etsin! Hem hiç akıl kabûl eder mi kî, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviyye versin; adâlet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyyesine münâfî, mânâsız iş yapsın! Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, mey sh: » (S: 88)veler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnûa o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zâta benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nâkışlar, herbir tarafında binler zînetler ve herbir menzilinde binler kıymetdar âlât ve levâzımat-ı beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşâ ve kellâ!. Hayr-ı Mutlak'tan hayır gelir, Cemîl-i Mutlak'tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak'tan abes bir şey gelmez. Evet her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, şu zaman-ı hâzırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizâmca, acaibce, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki; o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatını, o derece zâhir bir inâyetin işarâtını, o mertebe kahir bir adâletin emâratını, o derece vâsi bir merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki: O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil değil ve o emaratı görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez. Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultân-ı Sermedî'nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes'ud ibâdı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümûllü dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlarını nefyetmek ve o anâsır-ı zâhiriye gibi, görünen vücudlarını inkâr etmek lâzımgelir. Çünki şu bekasız Dünya ve mâfîha, onların tam hakikatlarına mazhar olamadığı mâlûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, Güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu her sh: » (S: 89) şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emâratı görünen adâleti inkâr etmek (Hâşiye) ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzımgeldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef'âl-i kerîmane ve ihsanât-ı rahîmânenin sahibini «Hâşâ sümme hâşâ!» sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir ki, nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar... (Hâşiye): Evet adâlet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtası vardır. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlûbatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat'î vardır. İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yâni haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir Sûrette hadsiz îşârat ve emârat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gâyet âlî bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor. Elhâsıl: Şu görünen şuunat, dünyadaki vüs'atli içtimâat-ı hayatiye ve sür'atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve âzametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu Dünya-yı fânide kısa bir zamanda mâlûmumuz olan semerat-ı cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki; Hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez. Demek şu mevcûdat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat'iyyen şehadet eder ki; bu mevcûdatın yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri Esmâ-i Kudsiyyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i Misâlde inkişaf ediyor. İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor. Evet şu eşyanın Esmâ-i İlahiyyeye sh: » (S: 90)ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; Mu'cize-i Kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i Hikmet olan herbir çiçeğin (Hâşiye) bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var ve o hârika-i san'at ve manzûme-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Mâdem bu fâni eşya, başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî Sûretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, Fânide bâkiye yol bulur. Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcûdat içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur: Şu ahvâl, taklid ve temsil için teşkil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimâlar, dağılmalar yapılıyor. Tâ Sûretler alınsın, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimâiye geçirmenin bir gayesi şudur ki: Sûretler alınıp terkib edilsin, Netice-i âmelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecmâ-i ekberde muhasebesi görülsün. Ve bir meşher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya istidadı gösterilsin. Demek Hadîs-i Şerifte «Dünya âhiret mezraasıdır» diye bu hakikatı ifade ediyor. Mâdem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette dünyanın vücûdu gibi kat'î olarak âhiret de var. Mâdem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor. ONBİRİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı İnsâniyettir. İsm-i Hakk'ın cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Cenâb-ı Hak ve Mâbud-u Bilhak; insa-_____________________________ (Hâşiye): Sual: Eğer dense: Neden en çok misâlleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun? Elcevab: Çünki onlar hem Mu'cizât-ı Kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki Kalem-i Kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler. sh: » (S: 91)nı şu kâinat içinde Rububiyyet-i Mutlakasına ve umum âlemlere Rububiyyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitâbat-ı Sübhaniyyesine en mütefekkir bir muhatâb ve mazhariyyet-i esmâsına en câmi' bir âyine ve onu İsm-i âzamın tecellisine ve her isimde bulunan İsm-i âzamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu'cize-i Kudret ve hazain-i Rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyade mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek Sûrette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir Dâr-ı Ebedîye göndermeyip, hakikat-ı insâniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin! Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği Emânet-i Kübrâyı tahammül edip, yâni küçücük cüz'î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunâtını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; hem yerde en nâzik, nâzenin, nâzdar, âciz, zaîf yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibâdetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, Rububiyyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdiği halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu bütün mahlûkatının en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş'ûm ve zulmanî bir âlet-i tâzib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münâfî bir merhametsizlik etsin. Hâşâ ve kellâ! Elhâsıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zâbitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihâzatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete sh: » (S: 92) gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi; insanın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan Saadet-i Ebediyyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler. Ezcümle: Meselâ aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayâliyyeye denilse ki: "Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın." Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla «Oh» yerine «Ah» diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihâzat-ı insâniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidaddandır ki, insanın Ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihâta etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin enva'ına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur. ONİKİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Risâlet ve Tenzil'dir. «Bismillahirrahmânirrahîm» in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu'cizelerine istinad ederek sözünü te'yid ettikleri ve bütün Evliya keşf ve kerâmetlerine istinad edip dâvasını tasdik ettikleri ve bütün Asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehâdet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in tahakkuk etmiş bin mu'cizâtının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu'cize olan Kur'an-ı Hakîm binler âyât-ı kat'iyesine istinad ederek, bütün kat'iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşâd ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!.. Geçen hakikatlardan anlaşıldı ki; haşir mes'elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zîra o hakikatı Cenâb-ı Hak bütün esmâ ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem'i bütün mu'cizât ve berâhiniyle tasdik ediyor ve Kur'an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniyye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir mes'elesinde Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcûdat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti ol- sh: » (S: 93)mayan şübheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-ı râsiha-ı âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın. Hâşâ ve kellâ!.. Sakın zannetme, delâil-i Haşriye, bahsettiğimiz Oniki Hakikata münhasırdır. Hâyır, belki yalnız Churn-ı Hakîm, geçen şu Oniki Hakikatları bize ders verdiği gibi, daha binler vücûha işaret edip, herbir vecih kavî bir emâredir ki: Hâlıkımız bizi bu dâr-ı fâniden bir dâr-ı Bâkîye nakledecektir. Hem sakın zannetme ki: Haşri iktiza eden Esmâ-i İlahiye, bahsettiğimiz gibi yâlnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün Esmâ-i İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder. Hem zannetme ki, haşre delâlet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hâyır, belki ekser mevcûdâtta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki: Bir vechi Sânia şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Meselâ: İnsanın âhsen-i takvimdeki hüsn-ü masnûiyeti, Sâni'i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zevâl bulması, haşri gösterir. Bâzı kerre bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sâni'i, hem haşri gösterir. Meselâ: Ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adâletin tevzîni ve rahmetin taltifi; nasılki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni'-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcûdâtın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür. Demek ki, herşey lisan-ı hal ile اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلاَخِرِ okuyor ve okutturuyor... | |
|