YEDİNCİ MES'ELE
[Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.]
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ . مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ . فَانْظُرْ اِلى اَثارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ
Bir zaman Kastamonu'da "Hâlıkımızı bize tanıttır." diyen lise talebelerine sâbık Altıncı Mes'elede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-ı îmâniye aldıklarından âhirete bir iştiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir; tâ ki: Nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın." dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur Şâkirdlerinin ve sâbıkan Altıncı Mes'eleyi okuyanların arzuları ile, âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur'dan bir kısacık hülâsa ile derim:
Nasılki Altıncı Mes'elede biz Hâlikımızı Arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlikımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta O bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur'anımızdan, sonra sair Peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız.
İşte, birinci mertebede âhireti Allah'tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlariyle ve bütün isimleriyle ve sıfatlariyle:"Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum." ferman ediyor. Onuncu Söz, oniki parlak ve kat'i hakikatlar ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını isbat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifâen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Elbette Rububiyyet-i Mutlaka mertebesinde bir Saltanat-ı Sermediyyenin, o saltanata îmân ile intisab ve tâat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı, küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı, o Rahmet ve Cemale, o İzzet ve Celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü'l-Âlemin ve Sultanü'd-Deyyan isimleri cevap veriyorlar.
Hem mâdem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumi rahmet ve ihâtalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Meselâ: O rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları; Cennet hûrileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız, yeyiniz." dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahiresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat; elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nâzeninâne beslediği bu sevimli ve minnettarları ve perestişkârları olan mü'min insanları îdam etmez. Belki; onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye Rahim ve Kerîm isimleri sualimize cevap veriyorlar; "El-Cennetü Hakkun" diyorlar.
Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki; akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Meselâ: İnsanın bin cihâzâtına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisatı o kuvvecikde yazıp, onu bir kütüphâne hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i âmâlinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî hikmet; ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile âzâlarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenâsüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemâl içinde masnuatı bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîyahatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem (A.S) zamanından beri tâğî ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adâlet-i Sermediye, elbette ve hiç şüphe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi, o hikmet-i Ezelîye, o adâlet-i Sermediye, âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkibetsiz bir dehşetli
(Sh:Asâ.28)
haksızlığa, adâletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir veçhile müsaade etmezler diye Hakîm ve Hakem ve Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'i cevap veriyorlar.
Hem mâdem bütün zîyahat mahlûkların, elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hâcatlarını, bütün fıtrî matlablarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtrî ve ihtiyac-ı zarurî dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybî tarafından verildiğinden ve ihtiyarî olan daavât-ı insâniyenin husûsan havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı yedisi hilaf-ı âdet makbul olmasından kat'i anlaşılıyor ki: Her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî-i ve Mucib perde arkasında var, bakar ki; en küçük bir zîyahatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder.
Elbette ve her halde hiçbir şüphe ihtimâli kalmaz ki: Mahlûkların en ehemmiyetlisi olan nev'i insanın en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatı ve umum esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev'i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara, duasına "âmin, âmin" dedirten ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin hiç olmazsa kaç defa ona salâvat getirmekle onun duasına âmin âmin diyen ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirâk ederek "Evet yâ Rabbenâ!..İstediğini ver; biz de onun istediğini istiyoruz."diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerâit altında beka-i uhrevi ve saadeti ebediyye için Muhammed (A.S.M) haşrin esbab-ı mucibesinden yalnız tek duası, Cennet'in vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir, diye Mucîb ve Semi' ve Rahîm isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar.
Hem mâdem gündüz, bedahetle güneşi gösterdiği gibi; zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve dirilmekte perde arkasında bir mutasarrıf, gayet intizamla koca Küre-i Arzı bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında, ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek suhuletinde ve mizanlı zînetinde, ve zemin sahifesinde üçyüzbin haşr ve neşrin nümune ve misallerini gösteren üçyüz bin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini (onda) yazar beraber ve birbiri içinde şaşırmıyarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatâsız, mükemmel, muntazam, mânidar yazan bir Kalem-i Kudret; bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi; koca kâinatı bir hânesi misillü insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek; ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emânet-i kübrayı ona vermesi ve sair zîhayatlara bir derece zâbitlik mertebesi ile mükerrem etmesi ve Hitâbât-ı Sübhâniyyesine ve sohbetine müşerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiği ve bütün sema-
(Sh:Asâ.29)
vî fermanlarda ona saadet-i ebediyyeyi ve beka-i uhreviyye kat'î vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye Muhyî ve Mümît ve Hayy ve Kayyûm ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlikımızdan sormamıza cevap veriyorlar.
Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebatî ve hayvanî üçyüzbin nevi' haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Mûsa Aleyhimessalâtü Vesselâmların her birinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misâlini ve bin delilini ikibin baharda (*) gösterdiği görülecek. Ve böyle bir kudretten haşr-i cismânîyi uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.
Hem mâdem nev'i beşerin en meşhurları olan yüzyirmidört bin peygamberler ittifak ile saadet-i ebediyyeyi ve beka-yı uhrevîyi Cenâb-ı Hakk'ın binler vaad ve ahidlerine istinaden ilân edip mu'cizeleri ile doğru olduklarını ispat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velâyet keşf ile ve zevk ile ayni hakikata imza basıyorlar: Elbette o hakikat güneş gibi zâhir olur. Şüphe eden divâne olur.
Evet bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri; onda ihtisası olmayan bin adamın, -hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes'elede, meselâ: Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek, ve "Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindi bahçesi rûy-i zeminde var." diye dâva etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip dâvayı kazanıyorlar. Çünki: İspat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse, kolayca dâvayı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden, bütün rûy-i zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvayı kazandığı halde; onu nefy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki, hususi bir yere bakmayan ve îmanî hakikatlar gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar -zatında mûhal olmamak şartı ile- ispat edilmez diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esâsî kabul etmişler.
İşte bu kat'i hakikata binaen; binler feylesofların muhalif fikirleri böyle îmanî mes'elelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe hatta vesvese vermemek lâzım iken, yüzyirmidört bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muh-
_____________
(*) Sâbık her bir bahar, kıyamet kopmuş, ölmüş ve karşısındaki bahar onun haşri hükmündedir.
(Sh:Asâ.30)
bir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikın ittifak ettikleri erkân-ı îmaniyyede; aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş, bir kaç feylesofun inkârları ile şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divânelik olduğunu kıyas ediniz.
Hem mâdem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem etrafımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inâyet-i dâime müşâhede ediyoruz. Ve dehşetli bir saltanat-ı Rubûbiyyet ve dikkatli bir adâlet-i âliyye ve izzetli icraat-ı Celâliyyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet, ve her bir insanın cihâzâtı ve hissiyyâtı ve kuvveleri adedince ihsanları, in'amları ona bağlamış bir Rahmet, ve Kavm-i Nûh ve Hûd ve Salih Aleyhimüsselâm ve Kavm-î Âd ve Semûd ve Fir'avun gibi âsî milletlere tokat vuran, ve en küçük bir zîyahatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inâyetli bir Adâlet; ve
وَمِنْ اَيَآتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَآ اَنْتُمْ تَخْرُجُونَâyeti, azametli bir icaz ile der.
Nasılki; iki kışlada yatan ve duran muti askerler bir kumandanın çağırmasıyle silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi; aynen öyle de, bu iki kışlanın misâlinde ve emre itaatında koca semavat ve Küre-i Arz, Sultan-ı Ezelînin askerlerine iki muti kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâm'ın borusu ile o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhal cesed libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihâyetsiz azameti anlaşılan bir Saltanat-ı Rubûbiyet; elbette ve elbette ve her halde ve hiç şüphe getirmez ki, (Onuncu Sözde isbatına binâen) o rahmet ve hikmet ve inâyet ve adâlet ve Saltanat-ı Sermediyyenin gayet kat'i istedikleri dâr-ı âhiret ve dâire-i haşir ve neşrin açılmamasıyle o nihâyetsiz Cemâl-i Rahmet, nihâyetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılâb etmesi, ve o hadsiz kemâl-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi; ve o gayet şirin inâyet, gayet acı ihânetlere değişmesi, ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adâlet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması, ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli Saltanat-ı sermediye sukut etmesi, ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve Kemâlât-ı Rubûbiyyeti acz ve kusur ile lekedar olması; hiçbir cihet-i imkânı yok, hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni'dir.
(Sh:Asâ.31)
Çünki nâzenin ve nâzdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihâzatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i dâimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedi idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik, ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihâzâtını ve binler faideleri bulunan istidâdâtını âkibetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz, bütün bütün israf etmek ne derece hilâf-ı hikmet ve binler vaid ve ahidlerini yerine getirmemek ile -hâşâ- aczini ve cehlini göstermek; ne kadar o haşmet-i Saltanata ve o kemâl-i Rubûbiyyete zıttır. her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen inâyet ve adâleti tatbik eyle...
İşte Hâlıkımızdan sorduğumuz âhirete dâir sualimize Rahman, Hakîm, ve Âdil ve Kerîm ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz şüphesiz, güneş gibi âhireti isbat ediyorlar.
Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz: Öyle ihâtalı ve azametli bir hafîziyyet hükmeder ki, zîyahat her şey'in ve her hâdisenin çok sûretlerini ve gördüğü fıtrî vazifesinin defterini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı lisân-ı hal ile tesbihatına dair sahife-i a'mâlini misâli levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hâfızasında ve sair maddî ve manevî in'ikâs âyinelerinde kaydeder, yazdırır; zabtederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o mânevi yazıları maddi bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misaller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetindeki en acib bir hakikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve başta nev'i insan olarak bütün zîyahatlar ve bütün eşya, fenâya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahv olmak ve başta nev'i beşer olarak zîyahatlar idam edilmek için yaradılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadiyle girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.
Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki: Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetini okuyup bir mânasını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misâlleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyyete şehadet eder.
هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ âyetindeki dört muazzam hakikatleri her yerde gösterip hafîziyyeti âzami derecede, ve haşri bahar kolay-
(Sh:Asâ.32)
lığında ve kat'iyetinde bizlere ders verir. Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz'îden en külliye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasılki, bu ağacın menşei olan bir çekirdek
اَلاَوَّلُ ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel proğramını ve icadının noksansız, cihâzâtını ve teşekkülünün bütün şerâitini câmi bir kutucuktur ki: Hafîziyyetin azametini isbat eder.
وَاْلاَخِرُ ismine mazhar olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtrî vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı saniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçadır ki, âzami derecede Hafîziyyete şehadet eder.
وَالظَّاهِرُ ismine mazhar olan o ağacın sûret-i cismaniyesi ise, öyle tenasüplü ve san'atlı ve süslü bir hulle, bir libas ve ayrı ayrı nakışlar ve zînetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin edilmiş, güya yetmiş renkli bir hurî elbisesidir ki, Hafîziyyet içinde azamet-i Kudret ve Kemâl-i Hikmet ve Cemâl-i Rahmeti gözlere gösterir.
وَالْبَاطِنُ ismine âyine olan o ağacın içindeki makinesi ise; öyle muntazam ve mükemmel ve mu'cizatlı bir fabrika, bir tezgâh, bir kimyahane ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki: Hafîziyyet içinde Kemâl-i Kudret ve Adâlet ve Cemâl-i Rahmet ve Hikmeti güneş gibi isbat eder.
Aynen öyle de: Küre-i Arz, senevî mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde Hafîziyyete emânet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve, çiçek açan ağacının teşkilâtına dâir İlâhî emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidemâtıdır ki, bilbedâhe bir Hafîz-i Zülcelâl-i Vel'ikrâm'ın hadsiz kudret, adâlet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.
Ve senevî zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini, ve esmâ-i İlâhiyyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahâif-i a'mallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup Hafîz-i Zülcelâl'in dest-i hikmetine teslim eder,
هُوَ اْلاَخِرُ ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.
(Sh:Asâ.33)
Ve bu ağacın zâhiri ise, haşrin üçyüz bin misâllerini ve emârelerini gösteren üçyüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz Rahmâniyet ve Rezzakıyyet ve Rahîmiyyet ve Kerîmiyyet sofralarını sererek zîyahatlara ziyâfetler vermekle
هُوَ الظَّاهِرُismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlariyle zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ hakikatını gösterir.
Bu haşmetli ağacın bâtını ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mîzanlı fabrikaları kemâl-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtır ki, bir dirhemden bin batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mîzan ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor.
هُوَ الْبَاطِنُ ismini zeminin iç yüzüyle yüzbin dil ile tesbih eden bazı melâike gibi yüzbin tarzlarda ilân edip isbat eder.
Hem arz; senevî hayatı haysiyyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde Hafîziyyeti, ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine, ve âhirete giden bir yol açar ki; genişliğini ihâtaya ve tâbire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz: Nasılki bir saatın saniyeleri ve dakikaları ve saatleri; ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer; birbirini isbat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeğe mecbur olur. Aynen öyle de; semavat ve Arzın Hâlık-ı Zülcelâlinin bir saat-ı ekberi olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler, ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini isbat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat'iyetinde fânî dünyanın karanlıklı kışının bâkî bir baharı ve sermedî bir sabahı geleceğini hadsiz emârelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile
هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاَخِرُ وَالظَّاهِرُ واْلبَاطِنُ isimleri, biz Hâlikımızdan sorduğumuz haşir mes'elesine mezkur hakikatle cevap veriyorlar.
Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki: İnsan, şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi; ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi; ve kâinat Kur'anı-
(Sh:Asâ.34)
nın âyet-i kübrası; ve ism-i A'zamı taşıyan âyete'l-kürsîsî; ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri; ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me'zun en faal me'muru; ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezârete me'mur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı; ve kâniat ülkesinin arz memleketinde Pâdişâh-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi; bir nevi' halife-i arzı; ve cüz'i ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı; ve semâ ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîyahatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubûdiyetle mükellef bir abd-i küllî; ve kâinat sultanının ism-i A'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi; ve hitâbât-ı sübhâniyyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı ;ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı; ve hadsiz fakriyle ve aczi ile beraber ,hadsiz maksatları ve arzuları ve nihâyetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı; ve istidatça en zengini ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi; ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç, ve en çok lâyık ve müstehâk; ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla istiyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen; ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven; ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i Kudret-i Samedaniyye ve bir acûbe-i hilkat; ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına, bütün cihâzât-ı insâniyyesi şehadet eden; böyle yirmi küllî hakikatler ile Cenâb-ı Hakk'ın Hak ismine bağlanan; ve en küçük zîyahatın en cüz'i ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâl'in, Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen, ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtîbîn-i kiramlarıyle yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve herhalde ve hiçbir şüphe getirmez ki; bu yirmi hakikatın hükmiyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak.
Ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını, ve kusuratının mücâzâtını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz'î-küllî kayd altına alınan hem amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının, ve şekâvet-i dâime hapishânesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazen karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.
Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanları ile edilen, ve arşı ve ferşi çın-
(Sh:Asâ.35)
latan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zâyi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle, sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatların bağlandıkları insanî istidâdatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlarını bütün bütün israf etmek; öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zâlimane bir çirkinliktir ki: Hak ve Hâfiz ve Hakîm ve Cemîl ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhal ve bin vecihle mümteni'dir derler.
İşte biz Hâlikımızdan haşre dair sorduğumuz suale Hak, Hafîz, Hakîm, Cemîl, Rahîm isimleri cevap verip derler: "Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillû, haşir haktır ve muhakkaktır."
Hem mâdem.. daha yazacaktım, fakat güneş gibi mâlum olmasından kısa kestim.
İşte geçmiş misâllerde ve mâdemlerdeki maddelere kıyasen, Cenâb-ı Hakk'ın yüz, belki bin esmâsının kâinata bakan isimlerinin her birisi, nasılki mevcudattaki âyine ve cilveleriyle müsemmâsını bedâhetle isbat eder. Aynen öyle de: Haşri ve dâr-ı âhireti de gösterirler ve kat'iyetle isbat ederler.
Hem nasıl Hâlikımızdan sorduğumuz sualimize, O Rabbimiz bütün fermanlariyle ve nâzil ettiği bütün kitaplariyle ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsî ve kat'i cevap veriyor. Aynen öyle de: Melâikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir: "Sizin zaman-ı Âdem'den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var ve bizim ve ruhânîlerin vücudlarına ve ubûdiyetlerine delâlet eden hadsiz emâre ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz.
Elbette bu gezdiğimiz bâkî ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller, hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat'i beyan ediyoruz." diye sualimize cevap veriyorlar.
Hem mâdem Hâlikımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tâyin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere her şeyden evvel bu Üstadımızdan, Hâlikımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünki: O Zât, Hâlikımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mu'cizâtıyle, Kur'an'ın bir mu'cizesi olarak Kur'an'ın hak ve Kelâmullah olduğunu isbat
(Sh:Asâ.36)
ettiği gibi; Kur'an dahi, kırk nevi' i'caz ile, O Zâtın bir mu'cizesi olup, O'nun doğru ve Resûlullah olduğunu isbat ederek ikisi beraber, biri âlem-i şehadet lisanı; - bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında- diğeri, âlem-i gayb lisanı -bütün semavî fermanların ve kâinat hakikatlarının tasdikleri içinde- binler âyâtıyle iddia ve isbat ettikleri hakikat-ı haşriye, elbette güneş ve gündüz gibi bir kat'iyettedir.
Evet haşir gibi, en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mes'ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.
Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur'an gibi izahat vermediklerinin sebebi; o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İptidai derslerde izah az olur.
E l h â s ı l: Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın ekser isimleri âhireti iktiza edip isterler. Elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette âhiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler. Ve mâdem melâikeler âhiretin ve âlem-i bekanın dâirelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melâike ve ruhların ve ruhâniyâtın vücud ve ubûdiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısiyle Âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler. Ve mâdem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bütün hayatında vahdâniyyetten sonra en daimi dâvası ve müddeası ve esası âhirettir. Elbette O Zâtın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, (bir cihette, dolayısıyle) âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler. Ve mâdem Kur'an'ın dörtten birisi haşir ve âhirettir. Ve bin âyâtıyle onun isbatına çalışır. Ve onu haber verir. Elbette Kur'an'ın (hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden) bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısiyle âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.
İşte bak, bu rükn-ü îmani ne kadar kuvvetli ve kat'i olduğunu gör...
* * *