ONUNCU MES'ELE
EMİRDAĞI ÇİÇEĞİ [Kur'anda olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır.]
Aziz sıddık kardeşlerim,
Gerçi bu mes'ele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letâfetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibâre altında çok kıymetli bir nevi i'cazı kat'i bildim, maateessüf ifâdeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibâresi sönük olsa da, Kur'ana ait olmak cihetiyle hem ibâdet-i tefekküriyye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir-iki gün Ramazan'da mecburiyetle gayet mücmel ve kısa; ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri dercederek yazdım. Kusura bakılmasın. (*)
Aziz sıddık kardeşlerim; Ramazan-ı Şerif'de Kur'an-ı Muc'ciz-ül-Beyanı okurken Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şua'da beyan olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şâkirdlerine kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyet-ün-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi,arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muârızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesbeder ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şâkirdleridir diye hissetim. Evet, Kur'an'ın hitabı, evvelâ Mütekelim-i Ezelînin Rubûbiyyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev'-i beşer ve benî âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs'atli makamından, hem dünya ve âhiretin arz, ve semâvâtın, ezel ve ebedin ve Hâlik-ı Kâinatın-
(*) Denizli hapsinin meyvesine "Onuncu Mes'ele" olarak Emirdağının ve bu Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeğidir. Tekrarat-ı Kur'aniyyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarını izâle eder.
(Sh:Asâ.57)
rubûbiyyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavânin-i İlâhiyyenin gayet yüksek ihâtalı beyânatının makamından aldığı vüs'at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle o hitap, öyle bir yüksek i'cazı ve şümûlü gösterir ki, ders-i Kur'an'ın muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-ı âvamın basit fehimlerini okşıyan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakıyı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitap ederek, taze nazil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile
اَظَّالِمِينَ اَظَّالِمِينَ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semûd ve Firav
unın başlarına gelen azablarla baktırıyor ve mazlûm ehl-i îmâna ve İbrahim ve Mûsa (Aleyhimüsselâm) lar gibi enbiyânın necatlarıyle teselli veriyor.
Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcut ve bizimle münasebettar bir memleket-i Rabbâniyye suretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan; aynı i'caz ile nazar-ı dalâlette câmid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir Kitab-ı Samedânî, bir Şehr-i Rahmâni, bir Meşher-i Sun-i Rabbânî olarak o câmidatı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev'-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'an-ı Azîmüşşân'ın, elbette her harfinde on ve bâzan bin ve binler sevab bulunması ve bütün cin ve ins toplansa O'nun mislini getirememesi ve bütün benî-Âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevk ile yazılması ve çok tekrarla ve kesretli tekraratiyle usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve cümleleri ile beraber çocukların nâzik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında mâ-i zemzem misillû hoş gelmesi gibi kudsî imtiyazları kazanır ve iki cihanın saadetlerini kendi şâkirtlerine kazandırır. Ve tercümanın ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırriyle hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu, ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selâset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semâdan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-ı avâmın basit fehimlerini tenezzülât-ı kelâmiye ile okşamak hikmetiyle en ziyade semâ ve arz gibi en zâhir ve bedihî sahifelerini açıp o âdiyat altındaki harikulâde mu'cizat-ı kudretini
(Sh:Asâ.58)
ve mânidar sutûr-u hikmetini ders vermekle lûtf-u irşadda güzel bir i'câz gösterir.
Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırriyle güzel, tatlı tekraratıyle birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânaları, ayrı ayrı muhatab tabakalarına tefhim etmekte ve cüz'î ve âdî bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırriyle te'sis-i İslâmiyet'te ve tedvîn-i Şeriatta sahabelerin cüz'î hâdiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında; hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyet'in ve Şeriat'ın te'sisinde o cüz'î hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzını gösterir.
Evet, ihtiyacın tekerrüriyle, tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyâtın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat edecek ve kâinatı ve arzı ve semâvatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev'-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gadab-ı İlâhiyi ve hiddet-i Rabbâniyyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın te'sisinde binler netice kuvvetinde bâzı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'câz ve gayet yüksek bir belâğat ve muktezâ-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesahattir.
Meselâ: Birtek âyet olup yüzondört def'a tekrar edilen
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ cümlesi, Risale-i Nur'un Ondördüncü Lem'a'sında beyan edildiği gibi, Arşı Ferşe bağlıyan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattır ki, milyonlar def'a tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyâk vardır.
Hem meselâ: Sûre-i
طسم yedi defa tekrar edilen şu,
اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمِ âyeti, o sûrede hikaye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rubûbiyyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniyye, o zâlim kavimlerin azâbını ve Rahimiyyet-i İlâhiyye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek
(Sh:Asâ.59)
için binler def'a tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcâzlı ve i'cazlı bir ulvî belâğattır.
Hem meselâ: Sûre-i Rahman'da tekrar edilen:
فَبِاَىِّ اَلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta:
وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden, küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes'ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler def'a tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir icâz ve cemalli bir î'caz-ı belâğattır.
Hem meselâ: Kur'an'ın hakikî ve tam bir nevi münâcâtı ve Kur'an'dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşen-ül-Kebir namındaki münâcât-ı Peygamberîde (A.S.M.) yüz def'a:
سُبْحَانَكَ يَا لآ اِلَهَ اِلآّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَاَجِرْنَا وَنَجِّنَا مِنَ النَّارِ
cümlesinin tekrarında tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın Rubûbiyyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi şekâvet-i ebediyyeden kurtulmak gibi nev'-i insanın en dehşetli mes'elesi ve ubûdiyyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdır.
İşte tekrarat-ı Kur'aniye bu gibi esaslara bakıyor. Hattâ bazan bir sahifede iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifhâm ve belâğat-ı beyan cihetiyle yirmi def'a sarîhan ve zımmen tevhid hakikatını ifade eder. Değil usanç, belki kuvvet ve şevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-ı Kur'aniye ne kadar yerinde ve münasip ve belâğatça makbul olduğu hüccetleriyle beyan edilmiş. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın Mekke Sûreleriyle Medine Sûreleri belâğat noktasında ve i'câz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safda muhatab ve muârızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan belâğatça kuvvetli bir üslûb-u âli ve i'câzlı, muknî kanaat verici bir icmâl ve tesbit için "Tekrar" lâzım geldiğinden, ekseriyetçe Mekkiyye sûreleri erkân-ı Îmâniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'câzlı bir îcâz ile tekrar edip ifade ederek mebde' ve meâdi, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bâzan bir harfde ve takdim te'hir ve târif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi hey'etlerde öyle
(Sh:Asâ.60)
kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâğatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur'an'ın kırk vech-i i'câzını icmâlen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur'an'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nur'dan "İşârât-ül-İ'câz" tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiyye olan sûre ve âyetlerde en âli bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî vardır. Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safda muhatab ve muârızları ise, Allah'ı tasdik eden Yahudi ve Nasâra gibi ehl-i kitab olduğundan muktezâ-yı belâğat ve irşad ve mutâbık-ı makam ve hâlin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve îmânın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilâf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşe'leri ve sebepleri olan cüz'iyâtın beyanı lâzım geldiğinden o Medeniye sûre ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve îzah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur'an'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek kuvvetli bir fezleke; bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren ve imtisalini îmân-ı Billâh ile temin eden bir cümle-i tevhîdiyeyi ve îmâniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makamı nurlandırır, ulvîleştirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen:
اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ اِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu Yirmibeşinci Söz'ün İkinci Şûlesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pekçok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek; o hülâsalarda bir mu'cize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de isbat etmiş.
Evet, Kur'an, o teferruat-ı şer'iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur'an'ı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve îmân ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip her makamda çok makasıd-ı irşâdiye-i Kur'aniyeyi ders vermesiyle Mekkiyye âyetlerinin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mu'cizâne bir cezâlet izhar eder. Bâzan iki kelimede, meselâ;
رَبُّ الْعَالَمِينَ ve
رَبُّكَ ve de
رَبُّكَ tâbiriyle Ehadiyeti ve
رَبُّ الْعَالَمِينَ ile Vâhidiyyeti bildirir. Ehadiyyet içinde
(Sh:Asâ.61)
Vâhidiyyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, Güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. Meselâ:
خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضَ âyetinden sonra
يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ âyetinin akabinde:
وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. "Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtıratını bilir, idare eder." der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.
B i r S u a l: "Bâzan ehemmiyetli bir hakikat, sathî nazarlara görünmediğinden ve bâzı makamlarda cüz'î ve âdî bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhîdî veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ: "Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, kardeşini bir hile ile alması" içinde
وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٍ diye gayet yüksek bir düsturun zikri, belâğatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?"
E l c e v a p: Herbiri birer küçük Kur'an olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki-üç maksat değil, belki Kur'an mahiyeti, hem bir kitab-ı zikir ve îmân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek Rubûbiyyet-i İlâhiyyeninin herşey'e ihâtasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraatı olan Kur'an, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksatları tâkiben mârifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve îmân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zaif bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaif münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâğatı yükseklenir.
İ k i n ci B i r S u a l : "Kur'an'da sarihan ve zımnen ve işâreten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını binler def'a isbat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"
(Sh:Asâ.62)
E l c e v a p: Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâblarda ve emânet-i kübrâyı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev'-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli mes'elelerinde en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde elbette o dehşetli inkılâbları tasdik ettirmek ve o inkılâbların azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zarurî mes'eleleri teslim ettirmek için Kur'an, binler def'a değil, belki milyonlar def'a onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrar ile o bahisler Kur'an'da okunur. Usanç vermez, ihtiyaç kesilmez.
Meselâ:
اِنَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ * لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فَيهَآ اَبَدًا * âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediyye hakikatı, "Biçâre beşere her dakika kendini gösteren hakikat-ı mevtin; hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır." dediğinden milyarlar def'a tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse yine israf olmaz, kıymetten düşmez. İşte bu çeşit hadsiz kıymetdar mes'eleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâbları te'sis etmekte iknaa ve inandırmaya ve isbata çalışan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan elbette sarihan ve zımnen ve işareten, binler def'a o mes'elelere nazar-ı dikkati celbetmek; değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir. Hem meselâ:
اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ * وَالظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ
gibi tehdit âyetlerini Kur'an gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur'da kat'i isbat edildiği gibi - beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semâvatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tûfanlarla o zâlimleri tokatlıyor.
اِذَا اُولْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ * تَكَادُ تَمَيَّذُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sarahatiyle o zâlim münkirlere cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parça parça olmak ve parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinâyet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zâlimane cinayetinin azametine ve
(Sh:Asâ.63
kâfirane tecavüzünün dehşetine karşı Sultan-ı kâinat kendi raiyyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin def'a, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla
لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ cümlesini bin def'a tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine bir
لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ bir lâmba yaptığı gibi öyle de: O kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatları karalıklandırmamak ve âyine-i hayatında in'ikas eden sûretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şâhid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî'nin şiddetli ve inatları kıran tehditlerini Kur'an'ı okumakla takdir etmek ve nefsinin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur'an, gayet manidar tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrar ile tehdidât-ı Kur'aniyeyi hakikatsiz tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemiyen münkirlere cehennem azâbı ayn-ı adâlettir, diye gösterir.
Hem meselâ: Asâ-yı Mûsa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Mûsa'nın (A.S) ve sair enbiyânın (Aleyhimüsselam) kıssalarını çok tekrarında, Risalet-i Ahmediyenin (A.S.M) hakkaniyetine bütün enbiyânın nübüvvetlerini bir hüccet gösterip onların umumumu inkâr edemeyen, bu Zât'ın risâletini hakikat noktasında inkâr edemez hikmetiyle ve herkes her vakit bütün Kur'an'ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından her bir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur'an hükmüne getirmek için ehemmiyetli erkân-ı îmâniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf..belki mukteza-yı belâğattır ve hâdise-i Muhammediye (A.S.M) bütün beni Âdemin en büyük hâdisesi ve kâinatın en azametli mes'elesi olduğunu ders vermektir.
Evet Kur'an'da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı îmâniyeyi içine almakla
لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُrüknüne denk tutulan
مَحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ Risalet-i Muhammediye (A.S.M), kâinatın en büyük hakikatı ve Zât-ı Ahmediye (A.S.M), bütün mahlûkatın en eşrefi ve ha kikat-ı Muhammediye (A.S.M), tâbir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi
(Sh:Asâ.64)
ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyâkatına dair pek çok hüccetleri ve emâreleri, kat'i bir surette Risale-i Nur'da isbat edilmiş.Binden birisi şudur ki: "ESSEBEBÜ KE'L-FÂİL" düsturiyle: Bütün ümmetinin,bütün zamanlarda işlediği hasenâtın bir misli O'nun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nur ile nurlandırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zîhayatları, belki kâinatı ve semâvatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidad lisaniyle nebâtâtın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabûl olmasının şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbûl olan sulehâ-yı ümmeti her gün o Zâta (Aleyhisselâtü Vesselâm )salât ve selâm ile rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o Zâta (A.S.M.) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur'an'ın üçyüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinde yalnız kıraat-ı Kur'an cihetiyle defter-i a'mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o Zâtın (A.S.M.)şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.),istikbalde bir şecere-i tûba-i cennet hükmünde olacağını Allâm-ül-Guyub bilmiş ve görmüş. O makama göre Kur'an'ında o azîm ehemmiyeti vermiş.Ve fermanında O'na tebaiyyeti ve Sünnet-i Seniyyesine ittiba ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbanın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.İşte Kur'an'ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan,tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu'cize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selîme şehadet eder.Meğer maddiyyunluk tâûniyle maraz-ı kalbe ve vicdan hastalağına müptelâ ola
قَدْ يُنْكَرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَيُنْكِرُ اْلفَمُ طَعْمَ الْمَآءِ مِنْ سَقَمٍ
kâidesine dâhil olur.
(Sh:Asâ.65)
$
BU ONUNCU MES'ELEYE BİR HÂTİME OLARAK İKİ HÂŞİYE B i r i n c i s i: Bundan oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık Kur'an'a karşı suikasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: "Kur'an tercüme edilsin, tâ , ne mal olduğu bilinsin." Yâni lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi O'nun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerhedilmez hüccetleri kat'i isbat etmiş ki; "Kur'an'ın hakiki tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'an'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur'aniyenin mu'cizâne ve cem'iyetli tâbirlerinin yerini beşerin âdî ve cüz'i tercümeleri tutamaz. O'nun yerinde câmilerde okunmaz." diye Risale-i Nur her tarafta intişariyle o dehşetli plânı akim bıraktı. Fakat, o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur'an Güneşini üflemekle söndürmeğe ahmak çocuklar gibi ahmakâne ve divânecesine çalışmaları sebebiyle bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mes'ele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakikat-ı hâli bilmiyorum.
Hâtimeden İkinci Haşiye:Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet lâtif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasiyle cezbedârâne ve cazibekârane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hâtıra geldi. ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemâl-i neş'e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, fîrakları ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu îrakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı. Birden hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M) getirdiği nur, imdâda yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îmân gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyeye (A.S.M) karşı ebediyyen minnettar oldum. Şöyle ki:
Ol nazar-ı gaflet, o mübarek nâzeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri neş'eden değil, belki güya ademden ve firaktan
(Sh:Asâ.66)
titriyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı beka ve hubb-u mehâsin ve şefkat-i cinsiye ve hayatiyeye medar olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir mânevi cehenneme ve aklı bir tâzib âletine çevirdiği sırada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; îdam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak yerlerinde o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri ve mânaları ve Risale-i Nur'da isbat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.
Birinci Kısım :Sâni-i Zülcelâl'in esmâsına bakar. Meselâ: Nasıl bir usta hârika bir makineyi yapsa; herkes o zâta "Mâşâallah, Bârekâllah" deyip alkışlar. Öyle de : O makine dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı hâliyle ustasını tebrik eder, alkışlar Her zîhayat ve herşey böyle bir makinadır, ustasını tebriklerle alkışlar.
İkinci Kısım Hikmetleri ise:Zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı mârifet olur. Mânalarını zîşuurun zihinlerinde ve sûretlerini kuvve-i hâfızalarında ve elvah-ı misaliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i vücudda bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir. Demek, sûrî bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları kazanır. Evet, madem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem, îdam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i îmânın dünyasında yoktur ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: "Kimin için Allah var, ona herşey var ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur..hiçtir."
E l h a s ı l: Nasılki îman, ölüm vaktinde insanı îdam-ı ebediden kurtarıyor; öyle de: Herkesin hususî dünyasını dahi îdamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise.. hususen küfr-ü mutlak olsa; hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle îdam edip mânevi cehennem zulmetlerine atar. Hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya îmâna girsinler. Bu dehşetli hasarâttan kurtulsunlar.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak
Kardeşiniz
S A İ D N U R S Î
(Sh:Asâ.67)
[Onuncu Mes'ele münâsebetiyle Hüsrev'in Üstadına yazdığı mektub.] Çok sevgili üstadım efendim!
Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ıztıraplarını hafifleştiren, ve kalblerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, sâfi bir nesim ihda eden Kur'an'ın celâlli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli âyetlerindeki tekraratın mehâsinini tâdâd eden, hikmet-i tekrarının lüzum ve ehemmiyetini îzah eden ve Risale-i Nur'un bir hârika müdafaası olan "Denizli Meyvesinin Onuncu Mes'elesi" namını alan "Emirdağ Çiçeği"ni aldık. Elhak takdir ve tahsine çok lâyık olan bu çiçeği kokladıkça ruhumuzdaki iştiyak yükseldi. Dokuz aylık hapis sıkıntısına mukabil, Meyve'nin Dokuz Mes'elesi nasıl berâetimize büyük bir vesile olmakla güzelliğini göstermiş ise, Onuncu Mes'elesi olan çiçeği de Kur'an'ın îcâzlı îcâzındaki hârikaları göstermekle o nisbette güzelliğini göstermektedir.
Evet, sevgili üstadım, gülün çiçeğindeki fevkalâde letâfet ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi; bu nuranî çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir. Mütâlâasına doyulmayacak şekilde kaleme alınan ve akılları hayrete sevkeden bu nuranî çiçek, muhtevî olduğu çok güzelliklerinden bilhassa, Kur'an'ın tercümesi suretiyle nazar-ı beşerde âdîleştirilmek ihânetine mukabil, o tekraratın kıymetini tam göstermekle Kur'an'ın cihan değer ulviyetini meydana koymuştur.
Sâliklerinin her asırda fevkalâde bir metânetle sarılmaları ile ve emir ve nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nazil olmuş gibi tazeliği isbat edilmiş olan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, bütün asırlarda, zâlimlerine karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehditler ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri, hususiyle bu asrımıza bakan tehdidâtı içinde zâlimlerine misli görülmemiş bir hâlette, sanki fezâ-i ekberden bir nümuneyi andıran semavî bir Cehennemle altı-yedi seneden beri mütemadiyen feryad-u figan ettirmesi ve keza mazlumlarının bu asırdaki küllî fertleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakîkaten bu talebeleri de ümem-i sâlifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar etmesi ve muârızları olan dinsizlerin Cehenmemî azapla tokatlanmalarını göstermesi, hem iki güzel ve lâtif haşiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi bu fakir talebeniz Hüsrev'i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevketti ki; bu güzel
(Sh:Asâ.68)
çiçeğin verdiği sevinç ve sürûru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili Üstadıma arzettiğim gibi, kardeşlerime de kerratla söylemişim. Cenâb-ı Hak, zaif ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili Üstadımızdan ebediyen râzı olsun. Ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün, âmin.
Evet sevgili Üstadım, biz Allah'tan, Kur'an'dan, Habîb-i Zîşandan ve Risale-i Nur'dan ve Kur'an dellâlı siz sevgili Üstadımızdan ebediyen râzıyız. Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah'ı ve rızâsını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızâsı içinde Cenab-ı Hakk'a vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ-istisna bize fenalık edenleri Cenâb-ı Hakk'a terketmekle affetmek ve bil'akis bize zulmeden o zâlimler de dahil olduğu halde, herkese iyilik etmek Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah'a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.
Çok kusurlu talebeniz
H ü s r e v
* * *