ONBİRİNCİ MES'ELE
[Meyvenin Onbirinci Mes'elesinin başı; bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye, ve biri Rü'yetullah olan îmân şecere-i kudsiyesinin hadsiz küllî ve cüz'î meyvelerinden yüzer nümûneleri Risale-i Nur'da beyan ve hüccetlerle isbat edildiğinden, izahını "Sirâcünnur"'a havâle edip küllî erkânının değil, belki cüz'î; ve cüzlerin, cüz'î ve hususi meyvelerinden birkaç nümune beyan edilecek.] B i r i s i: Bir gün bir duâda, "Ya Rabbi! Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil, Azrâil hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle" meâlinde duâyı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrâil nâmını zikrettiğim vakit gayet tatlı ve tesellidâr ve sevimli bir hâlet hissettim. Elhamdülillâh dedim. Azrâili cidden sevmeğe başladım. Melâikeye îman rüknünün bu cüz'î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz'i meyvesine gayet kısa bir işâret ederiz.
B i r i s i: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenâdan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat'i hissettim. Ve insanın amelini yazarın melekler hâtırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibbi çok tatlı meyveleri var.
B i r i s i: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitâbet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennette bâkî meyveleri bulunsa, daha ziyâde merak eder. Kirâmen kâtibin insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiplerine daimî mükâfat kazandırmak o kadar bana şirin geldi ki, târif edemem.
Sonra ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrid etmek için bütün kitaplarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber gurbet vahşeti, beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melâikeye îmânın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi. Kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi; melekler ve ruhanîlerle doldurdu; âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalâletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
Hayâlim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere îmâ-
(Sh .Asâ.70)
nın pek çok meyvelerinden buna benzer bir tek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara îmânım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve îmânımı küllî yapıp genişlendirdi. Ve âhir zaman peygamberimizin îmâna âit olan dâvalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.
Birden "Hikmetü'l-İstiâze Lem'ası" nda kat'i cevabı bulunan bir sual kalbime geldi ki: "Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve fâideler, ve hasenâtın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhimin'in gayet merhametkârane tevfikleri ve inâyetleri ehl-i hidâyete yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalâlet neden çok defa galebe eder, ve bazen yirmisi, yüz tane ehl-i hidâyeti perişan eder" diye, mânen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde şeytanın gayet zaif desiselerine karşı Kur'an'ın büyük tahşidatı ve melâikeleri ve Cenâb-ı Hakk'ın yardımını ehl-i îmâna göndermesi hâtıra geldi. Risale-i Nur'un onun hikmetini kat'i hüccetlerle îzahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işâret ederiz.
Evet bazan serseri ve gizli muzır bir adamın bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi; yüzer adamın muhafazası ile ve bazan devlete ve pâdişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki, onun vücudu, bütün şerâitin ve erkânın ve esbabın vücudiyle olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması bir tek şartın ademiyle vâki; ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ve cin şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli mânevî yangınlar yaparlar.
Evet bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları ademdir; tahriptir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır.
İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler, bu noktaya istinaden gayet zaif bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakk'ın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur'an onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksandokuz Esmâ-i İlâhiyyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
Bu cevaptan, birden pek büyük bir hakikatın ucu ve azametli, dehşetli bir mes'elenin esası göründü. Şöyle ki:
Nasılki Cennet bütün vücud alemlerinin mahsulatını taşıyor; ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkıyâne sünbüllendiriyor; öyle de: Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elim neticelerini göstermek için, o adem mahsulâtlarını kavuruyor, ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sâir vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehşetli mes'elenin şimdilik kapısını açmayacağız. İnşâllah sonra izah edilecek.
Hem meleklere îman meyvesinden bir cüz'ü, ve Münker ve Nekir'e ait bir nümunesi şudur: Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim diye mezarıma
(Sh:Asâ.71)
hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferitte bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me'yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münâzaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de, şimdi hayâlen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim, ve şükrettim.
Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde, Münker ve Nekirin "Men Rabbüke=" "Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevap vererek :"(Men, müptedadır, (Rabbüke) onun haberidir. Müşkil bir mes'eleyi benden sorunuz, bu kolaydır." diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfelkubur velisini güldürdü ve Rahmet-i İlâhiyyeyi tebessüme getirdi. Azaptan kurtulduğu gibi... Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan Merhum Hafız Ali, hapisde Meyve Risalesi'ni kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatlerı ile cevap verdiği misillû; ben de ve Risale-i Nur Şâkirdleri de, o suallere karşı Risale-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah.
Hem meleklere îmanın saadet-i ebediyeye medar cüz'i bir nümunesi şudur ki: İlmihalden îman dersini alan bir mâsum çocuğun, yanında ağlayan ve mâsum bir kardeşinin vefatı için vâveyla eden diğer bir çocuğa: "Ağlama şükreyle...senin kardeşin meleklerle beraber Cennet'e gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, heryeri seyredebilir." deyip feryad edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.
Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi, bu hazin kışta ve elim bir vaziyetimde gayet elim iki vefat haberini aldım. Biri, hem âli mekteplerde birinciliği kazanan, hem Risale-i Nur'un hakikatlerini neşreden birâderzâdem merhum Fuad. İkincisi: Hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hanım namındaki merhume hemşirem.
Bu iki akrabamın ölümleri, "İhtiyar Risalesi"nde yazılan merhum Abdurrahman'ın vefatı gibi beni ağlatırken, îmanın nuruyla o mâsum Fuad, o sâliha hanım; insanlar yerinde meleklere, hûrilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını, mânen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları, hem Fuad'ın pederi kardeşim Abdülmecid'i, hem kendimi tebrik ederek Erhamürrâhimîne teşekkür ettim.(Bu iki merhumeye rahmet duası niyetiyle buraya yazıldı, kaydedildi.)
Risale-i Nur'daki bütün mîzanlar ve müvâzeneler, îmânın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihe-
(Sh:Asâ.72)
tiyle her mü'minin îmanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak; belki sünbül verecek ve o surette inkişaf edecek diye haber verirler. Ve o küllî ve pek çok mevyelerinden "Beş Meyve" si, Meyve-i Mi'rac olarak Otuzbirinci Söz'ün âhirinde; ve "Beş Meyve" si Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dal'ında nümune olarak yazılmış.
Erkân-ı îmâniyenin ayrı ayrı pekçok, belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmu'unun birden çok meyvelerinden bir meyvesi koca Cennet, ve biri de saadet-i ebediye ve biri de (belki en tatlısı da) Rü'yet-i İlâhiyyedir diye, başta demiştik. Ve Otuzikinci Sözün âhirindeki muvazenede îmânın saadet-i dâreyne medar bir kısım semereleri güzel izah edilmiş. "Îmân-ı bil'kader" rüknünün kıymettar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında
مَنْ آمَنَ بِا لْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِdarb-ı mesel olmuştur. Yâni: "Kadere iman eden gamlardan kurtulur." Risale-i Kader'in âhirinde güzel bir temsil ile iki adamın şâhane bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş, hattâ ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki: Kadere îman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde; ne vakit kadere îman cihetine bakardım, musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve kadere îman etmeyen nasıl yaşayabilir diye hayret ederdim.
Melâikeye îman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmiikinci Söz'ün İkinci makamında şöyle işaret edilmiş ki: Azrâil Aleyhisselâm Cenab-ı Hakk'a münâcât edip demiş: "Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibâdın benden küsecekler, şekvâ edecekler." O'na cevaben denilmiş: "Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım; tâ ibâdımın şekvâları onlara gitsin, sana gelmesin."
Aynen bu perdeler gibi Azrâil Aleyhisselâm'ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız şekvâlar Cenâb-ı Hakk'a gitmesin. Çünki, ölümdeki hikmet, ve rahmet, ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder, şekvâya başlar.
İşte bu haksız şekvâlar Rahîm-i Mutlak'a gitmemek hikmetiyle Azrâil Aleyhisselâm perde olmuş. Aynen bunun gibi bütün meleklerin belki bütün esbâb-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i Rubûbiyyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlâhiyyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihâtası muhafaza edilsin, îtiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübâşereti nazar-ı zâhirîde görünmesin. Yoksa, hiçbir sebebin hakiki te'siri ve icada hiç kabiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat'i gösterdiği ni Risale-i Nur, hadsiz delilleriyle isbat etmiş.
Halketmek, îcad etmek, O'na mahsustur. Esbab, yalnız bir perdedir. Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-ü ihtiyariyle cüz'î, îcadsız, kesb
(Sh:Asâ.73)
denilen bir nevi'i hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi' ubûdiyetten başka ellerinde yoktur.
Evet, izzet ve azamet isterler ki: Esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyyet isterler ki: Esbab ellerini çeksinler te'sir-i hakikîden.
İşte, nasılki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücûdiyede istihdam edilen zâhiri sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kurdet-i Rabbâniyyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlâhîde birer vesiledirler.
Aynen öyle de: Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimâlleri dahi, yine kudret-i Sübhâniyeyi gadrden ve haksız itirazlardan ve şekvâlara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbâniyyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünki, bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahripten ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudu olmayan ademî fiillerden geliyor. Bu şeytanî ve şerli perdeler, o kusurata merci olup îtiraz ve şekvâları bil'istihkak kendilerine alarak Cenâb-ı Hakk'ın takdisine vesile oluyorlar. Zaten şerli ve ademî ve tahripçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil; az bir fiil ve cüz'i bir kuvvet, belki vazifesini yapmamak ile bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor. O şerir fâiller muktedir zannedilirler. Halbuki, ademden başka hiç te'sirleri ve cüz'î bir kespten hâric bir kuvvetleri yoktur. Fakat, o şerler ademden geldiklerinden, o şerirler hakikî fâildirler. Bil'istihkak, eğer zîşuur ise cezayı çekerler.
Demek seyyiatta o fenâlar fâildirler; fakat, haseneler ve hayırlarda ve amel-i sâlihde vücud olmasından, o iyiler hakikî fâil ve müessir değiller. Belki kabildirler; feyz-i İlâhiyi kabul ederler ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlâhîdir diye Kur'an-ı Hakîm
مَآاَصَابَكَ مِنْ حَسَنةٍ فَمِنَ اللَّهِ وَمَآ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ferman eder.
E l h a s ı l: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken; ve bütün vücud âlemleri "Elhamdülillâh Elhamdülillâh" ve bütün adem âlemleri "Sübhanallah Sübhanallah" derken, ve ihâtalı bir kanun-u mübâreze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken, birden meleklere îmânın bir meyvesi tecelli eder, mes'eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır.
اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَا تِ وَالْاَرْضِ (Sh:Asâ.74)
âyetinin envârından bir nûrunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
İkinci bir küllî meyvesine, "Yirmidördüncü" ve "elif" ler kerâmetini gösteren "Yirmidokuzuncu Söz" ler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. Evet kâinatın her tarafında , cüz'î ve küllî her şeyde, her nevi'de kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârâne bir haşmet-i rubûbiyyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihâtalı ve şuurkârane bir ubûdiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat'idir. Ve şuursuz cemâdat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir; ve o saltanat-ı rubûbiyyetin her tarafta, Serâ'da, Süreyya'da, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler.
Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i Arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda (Sevr) ve (Hut) namlarında iki meleğin omuzlarında, yâni nezaretlerinde; ve Cennet'ten getirilen ve fâni Küre-i Arz'ın bâkî bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennet'e bir kısımnı devretmeğe bir işaret için "Sahret" namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrâil'in eski peygamberlerinden rivâyet var; ve İbni Abbas'tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mâna, mürûr-u zamanla bu teşbih, avâmın nazarında hakikat telakki edilmekle aklın haricinde bir sûret
almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler, elbette onların ve Küre-i Arz'ın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.
Hem meselâ: Küre-i Arz, Küre-i Arzın nevi'leri adedince başlar ve o nevi'lerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubûdiyet-i fıtriyeyi bilerek,şuurdarâne temsil edip dergah-ı İlâhîye takdim etmek için kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile ve her bir dil ile kırkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak muhbir-i sâdık haber vermiş ; ve hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münâsebât-ı Rabbâniyyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail Aleyhisselâm, ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlik'a mahsus olan icraat-ı İlâhiyyeyi, yalnız temsil edip ubûdiyetkârane nezâret eden İsrâfil Aleyhisselâm ve Azrâil Aleyhisselâm, ve hayat dâiresinde rahmetin en cem'iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıkdaki ihsânât-ı rahmâniyyeye nezâretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil Aleyhisselâm gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücutları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i Rubûbiyyetin muktezâsıdır. Onların ve herbirinin mah-
(Sh:Asâ.75)
sus tâifelerinin vücutları, kâinatta Güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'idir ve şüphesizdir.Melâikeye âit başka maddeler bunlara kıyas edilsin.
Evet Küre-i Arz'da dörtyüz bin nevi'leri zîhayattan halkeden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu'cizat-ı san'atına karşı, onlara dilleriyle "Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhânallah" dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil "Elhamdülillâh, Veşşükrü-lillâh, Allahüekber" o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelâl-i Velcemâl, elbette, bilâ-şek velâ-şüphe, koca semâvâta münasip, isyansız ve daima ubûdiyette olan sekeneleri ve ruhânîleri yaratmış, semâvâtı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pekçok ziyade ayrı ayrı nevi'leri meleklerden icâd etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san'at ve rahmet-i İlâhiyyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i Rubûbiyyete karşı tekbir ve tehlil ile ubûdiyetlerini âleme ilân ediyorlar.
Evet, zaman-ı Âdem'den beri bütün semâvî kitaplar ve dinler meleklerin vücudlarına ve ubûdiyetlerine ittifakları, ve bütün asırlarda melekler ile konuşmalar ve muhâvereler kesretli tevatür ile insanlar içinde vuku bulduğunu nakl ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücudları gibi meleklerin vücudlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat'i isbat eder.
İşte şimdi gel, îman nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat; nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibâdethaneye çeviriyor. Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini ehl-i îmana derecesine göre dünyada dahi tattırır.
Tetimme: Nasılki vahdet ve ehadiyyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san'at bulunmasiyle Hâlik'ın vahdet ve tasarrufu ve îcad ve Rubûbiyyeti ve Hallâkıyyet ve kudsiyyeti, cüz'î, küllî herbir masnu'un hâl dili ile ilân ediliyor. Aynen öyle de; her tarafta melekleri halkedip her mahlûkun lisân-ı hâl ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubûdiyetkârane dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubûdiyyetten başka hiçbir îcad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatları dahi olmaz.
Tam
بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ * وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sırrına mazhardırlar.
(Sh:Asâ.76)
$
HÂTİME miyetli bir nükte-i î'câziyeye dair, birden ihtiyarsız mağribden sonra kalbe ihtar edilen ve sûre-i [color=red]قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ 'ın zâhir bir mu'cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikata kısa bir işarettir.]
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيمقُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ * مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ * وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ *
وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ *وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ*
İşte yalnız mâna-yı işâri cihetinde bu sûre-i azîme-i hârika, "Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz." Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi mâna-yı işârisiyle bu acib asrımıza daha ziyâde, belki zâhir bir tarzda bakar; Kur'an'ın hizmetkârlarını istiâzeye dâvet eder. Bu mu'cize-i gaybiye, beş işâretle kısaca beyan edilecek. Şöyle ki:
Bu sûrenin herbir âyetinin mânaları çoktur. Yalnız mâna-yı işâri ile beş cümlesinde dört defa
شَرِّ kelimesini tekrar etmek, ve kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddî ve mânevî şerlerine ve inkılâplarına ve mübârezelerine aynı tarih ile parmak basmak ve mânen:"Bunlardan çekininiz" emretmek, elbette Kur'an'ın i'câzına yakışır bir irşâd-ı gaybîdir.
Meselâ başta
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ cümlesi, binüçyüz elliiki, veya dört (1352-1354) tarihine hesab-ı ebcedî cifriyle tevâfuk edip, nev'i beşerde
(Sh:Asâ.77)
en geniş hırs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumiye işaret eder. Ve Ümmet-i Muhammediyeye (A.S.M) mânen der: "Bu harbe girmeyiniz, ve Rabbinize iltica ediniz." Ve bir mâna-yı remziyle, Kur'anın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur Şâkirdlerine hususî bir iltifat ile, onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihle, kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akim bırakılmasına remzen haber verir; mânen: "İstiâze ediniz!" emreder gibi bir remz verir.
Hem meselâ:
مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ cümlesi -şedde sayılmaz-, bin üçyüz altmış bir (1361) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlimane tahribatına Rumî ve Hicrî tarihiyle parmak bastığı gibi; aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur'an'ın hizmetine çalışan Nur Şâkirdlerinin geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevâfukla, bir mâna-yı remzî ile onlara da bakar. "Halk'ın şerrinden kendinizi koruyunuz." gizli bir îma ile der.
Hem meselâ:
اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ cümlesi -şeddeler sayılmaz-, bin üçyüz yirmisekiz (1328) adediyle bu umumî harbleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbının Kur'an lehindeki neticelerini bozmak fikri ile, tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyasi diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyâtını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek,
النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ 'nin tam mânasına tetâbuk eder.
Hem meselâ:
وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ cümlesi -şedde ve tenvin sayılmaz-, yine binüçyüz kırkyedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebî muahedelerin icbâriyle bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine, ve aynı tarihte, devletlerde İkinci Harb-i Umumîyi ihzar eden dehşetli hasedler ve rekâbetlerin çarpışmaları tarihine bu mâna-yı işârî ile tam tamına tevâfuku ve mânen tetâbuku, elbette bu kudsî sûrenin bir lem'a-i î'câz-i gaybîsidir.
B i r İ h t a r: Herbir âyetin müteaddid mânaları vardır. Hem herbir
(Sh:Asâ.78)
mâna küllîdir. Her asırda efrâdı bulunur. Bahsimizde bu asrımıza bakan yalnız mâna-yı işârî tabakasıdır. Hem o küllî mânada, asrımız bir ferttir. Fakat hususiyet kesbetmiş ki, ona tarihiyle bakar. Ben dört senedir, bu harbin ne safahatını ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuş olmamış bilmediğimden, ve sormadığımdan, bu kudsî sûrenin daha ne kadar bu asra ve bu harbe işâreti var diye daha onun kapısını çalmadım. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var olduğunu Risale-i Nur'un eczalarında, hususan Rumûzat-ı Semâniye Risalelerinde beyan ve isbat edildiğinden onlara havâle edip kısa kesiyorum.
Hâtıra gelebilen bir sualin cevabıdır:
Bu lem'a-i i'câziyede, baştaki
مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ de hem
مِنْ hem
شَرِّ kelimeleri hesaba girmesi ve âhirde
وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ yalnız
شَرِّ kelimesi girmesi
وَمِنْ girmemesi ve
وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ ikisi de hesab edilmemesi gayet ince ve lâtif bir münâsebete îma ve remz içindir. Çünki: Halklarda şerden başka hayırlar da var. Hem bütün şer herkese gelmez. Buna remzen, ba'zıyeti ifâde eden
مِنْ ve
شَرِّ girmişler. Hâsid hased ettiği zaman bütün şerdir, ba'zıyete lüzum yoktur. Ve
اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ remziyle, kendi menfaatları için küre-i arza ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatların tahribata ait bütün işleri, ayn-i şerdir diye, daha
شَرِّ kelimesine lüzum kalmadı.
(Sh:Asâ.79)
$
BU SÛREYE AİT BİR NÜKTE-İ İ'CÂZİYENİN HÂŞİYESİDİR:
Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesi ile bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mâna-yı işâri ile bakar... aynen öyle de, dört defa tekraren
مِنْ شَرِّ -şedde sayılmaz- kelimesiyle âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbasi Devleti'nin inkıraz zamanının asrına dört defa mâna-yı işâri ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar. Evet, şeddesiz
شَرِّ beşyüz (500) eder;
مِنْ doksan (90)'dır. İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber veren İmam-ı Ali (R.A) ve Gavs-ı A'zam (K.S.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler.
غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ kelimeleri bu zamana değil, belki
غَاسِقٍ binyüz altmışbir (1161) ve
اِذَا وَقَبsekizyüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî ve mânevi şerlere işâret eder. Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa elbette tokatları dehşetli olacak.
(Sh:Asâ.80)
$
[ONBİRİNCİ MES'ELENİN HÂŞİYESİNİN BİR LÂHİKASIDIR.]
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيم
Ayete'l Kürsînin tetimmesi olan
لآاِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَىِّ binüçyüz elli (1350);
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ bindokuzyüz yirmidokuz (1929), veya (1928);
وَيُؤْمِنُ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ dokuzyüz kırkaltı (946) "Risaletü'n-Nur" ismine muvafık;
بِالْعُرْوَةِ اْلوُثْقَى binüçyüz kırkyedi (1347);
لاَانْفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ * اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا eğer, beraber olsa bin oniki (1012); eğer beraber olmazsa dokuzyüz kırkbeş(945) (bir şedde sayılmaz);
يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ binüçyüz yetmişiki (1372) -şeddesiz-; وَالَّذِينَ كَفَرُوآ اَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ bindörtyüz onyedi (1417);
يُخْرِجوُنَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ binüçyüz otuzsekiz (1338) -şedde sayılmaz-;
اُولَئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ binikiyüz doksan beş (1295) -şedde sayılır- eder.
(Sh:Asâ.81)
Risaletü'n-Nur'un hem iki kere ismine, hem sûret-i mücahedesine, hem tahakkukuna ve te'lif ve tekemmül zamanına tam tamına tevâfukuyla beraber; ehl-i küfrün binikiyüz doksanüç (1293) harbiyle âlem-i İslâmın nûrunu söndürmeye çalışması tarihine ve Birinci Harb-i Umumîden istifade ile binüçyüz otuzsekiz (1338) de bilfiil Nur'dan zulümata atmak için yapılan dehşetli muahedeler tarihine tam tamına tevâfuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat karşılaştırılması ve bu mücâhede-i mâneviyede Kur'an'ın nûrundan gelen bir nur, ehl-i îmana bir nokta-i istinad olacağını mâna-yı işâri ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım ki; mânasının münâsebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevâfuk emâresi olmasa da yine bu âyetler her asra baktığı gibi mâna-yı işâri ile bizimle de konuşuyor kanaatım geldi. Evet,
E v v e l â: Başta
لآاِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi makam-ı cifrî ve ebcedi ile binüçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mâna-yı işâri ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücâhede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esâsî, bir düstur-u siyasî oluyor. Ve hükûmet, "Lâik Cumhuriyet"e döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dînî, îman-ı tahkiki kılıncıyla olacak. Çünki, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir Nur Kur'andan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i'caz gösterir.
Hem, ta
خَالِدُونَ kelimesine kadar Risale-i Nur'daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren Nur ve zulümat, ve îman ve karanlıkları karşılaştırmasiyle gizli bir emâredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı mânevi mübarezesinde büyük bir kahraman, Nur namında Risale-i Nur'dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıncı maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.
Evet hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem'a-i i'câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki, Risale-i Nur Şâkirdleri, dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar. Ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve hakiki şâkirdleri en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecâvzüne karşı ona der :
"Ey bedbaht; ben seni îdam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve îdamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belâların pekçok ve pek-
(Sh:Asâ.82)
uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap." Der. O zalim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor; keşki kurtulsa idi, diyerek ıslahına çalışır.
S a n i y e n:
وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ اْلوُثْقَى اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا
bu iki kudsî cümleler, kuvvetli münasebet-i mâneviye ile beraber makam-ı cifrî ve ebcedî hesabiyle birincisi, Risaletü'n-Nur'un ismine; ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına mânen ve cifren tam tamına tetâbukları bir emâredir ki, Risaletü'n-Nur bu asırda, bu tairhte bir "Urvetü'l-Vüska" dır. Yâni, çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah"dır. "Ona elini atan yapışan necat bulur." diye mâna-yı remziyle haber verir.
S â l i s e n:
اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا cümlesi hem mâna, hem cifr ile Risaletü'n-Nur'a bir remzi var. Şöyle ki:
Hâşiye : Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdırılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyâsete temasıdır. Biz de bakmaktan memnuuz. Evet
اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى bu tâğuta bakar ve baktırır...
S A İ D N U RSÎ
(Sh:Asâ.83)
[Risale-i Nur kahramanı Hüsrev'in "Meyvenin Onbirinci Mes'elesi" münasebetiyle yazdığı mektubun bir parçasıdır.]
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü ebeden dâima.
Çok mübarek, çok kıymettar, çok sevgili üstadımız efendimiz!.. Millet ve memleket için çok büyük güzellikleri ihtiva eden "Meyve", "Dokuz Mes'elesi" ile, dehşetli bir zamanda müdhiş âsiler içinde, en büyük düşmanlar arasında hayret-feza bir surette şâkirdlerine necat vermeye vesile olmakla kalmamış, Onuncu ve Onbirinci Mes'eleleri ile, hususiyle Nur'un şâkirdlerini hakikat yollarında alkışlamış ve gidecekleri hakikî mekânları olan kabirdeki ahvâllerinden ve herkesi titreten ve bilhassa ehl-i gaflet için çok korkunç, çok elemli, çok acıklı bir menzil olan toprak altında, göreceği ve konuşacağı melâikelerle konuşmayı ve refâkati sevdirerek bu mekâna daha çok ünsiyet izhar etmekle bu korkulu ilk menzil hakkındaki fevkalhad korkularımızı tadil etmiş, nefes aldırmış.
Hususiyle o âlemin nuranî hayatını benim gibi göremeyenlerin ellerinde şuââtı yüzbinlerle senelik mesafelere uzanan bir elektrik lâmbası hükmüne geçmiş. Hem de daima koklanılacak nümunelik bir çiçek bahçesi olmuştur. Evet, biz sevgili üstadımıza arzediyoruz ki, hergün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi Nur'dan aldığımız feyizlerimizi her vakit için sevgili üstadımıza arzedelim. Fakat sevgili üstadımız şimdilik konuşmalarını tatil buyurdular.
Ey aziz üstadım, Risale-i Nur'un hakikatı ve Meyve'nin güzelliği ve çiçeğinin feyzi, beni minnettarâne bir parça memleketim namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat vermiş. Şimdi muhitimizde Risale-i Nur'a karşı atılan adımlar ve uzatılan eller Meyvenin Onbirinci çiçeği ile daha çok metânet kesbetmiş; inkişaf etmiş, faaliyete başlamıştır.
Çok hakir talebeniz
Hü s r e v
(Sh:Asâ.84)
[Isparta'daki umum Risale-i Nur talebeleri namına Ramazan tebriki münasebetiyle yazılmış ve Onüç fıkra ile ta'dil edilmiş bir mektuptur.]
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Ey âlem-i İslâm'ın dünya ve âhirette selâmeti için Kur'an'ın feyziyle ve Risale-i Nur'un hakikatiyle, ve sâdık şâkirdlerin himmetiyle mübarek gözlerinden yaş yerine kan akıtan; ve ey fitne-i âhirzamanın şu dağdağalı ve fırtınalı zamanında Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmdan ziyade hastalıklara, dertlere giriftar olan; ve Kur'an'ın nûru ile ve Risale-i Nur'un bürhanlariyle ve şâkirdlerin gayretiyle âlem-i İslâm'ın maddî ve mânevî hastalıklarını Hakîm-i Lokman gibi tedaviye çalışan; ve ey mübarek ellerinde mevcud olan Nur parçalarının hak ve hakikat olduğunu Kur'an'ın Otuzüç âyetiyle ve keramet-i Aleviye ve Gavsiye ile isbat eden;
Ve ey kendisi hasta ve ihtiyar ve zaif ve gayet acınacak bir halde olduğuna göre herkesten ziyade âlem-i İslâm'a can feda eder derecesinde acıyarak kendine fenalık etmek isteyenlere Kur'an'ın hakikatiyle ve Risale-i Nur'un hüccetleriyle, Nur talebelerinin sadâkatleriyle hayırlı duâlar ve iyilik etmek ile karşılayan ve yazdığı mühim eserlerinden Âyetü'l-Kübrâ'nın tab'ıyla kendi zâtına ve talebelerine gelen musibette hapishanelere düşen ve zindanları Kur'an'ın irşâdiyle ve Risale-i Nur'un dersiyle ve şâkirdlerin iştiyâki ile bir medrese-i Yûsufiyeye çeviren ve bir dershane yapan ve içimizde bulunan cahil olanların hepsini Kur'an'ı o dershanede hatmettirerek çıkaran; ve o musibette Kur'an'ın kuvve-i kudsiyesiyle ve Risale-i Nur'un tesellisiyle ve kardeşlerin tahammülleriyle ihtiyar ve zaif olduğu halde bütün ağırlıklarımızı ve yüklerimizi üzerine alan; ve yazdığı Meyve ve Müdafaanâme Risaleleriyle Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın i'câziyle ve Risale-i Nur'un kuvvetli bürhanlariyle ve şâkirdlerin ihlâsı ile, izn-i İlâhî ile üzerinden kapılarını açtırıp beraet kazandıran ve o günde bize ve âlem-i İslâm'a bayram yaptıran; ve hakikaten Risale-i Nurları "Nurun âlâ nûr" olduğunu isbat ederek kıyâmete kadar serbest okunup ve yazılmasına hak kazandıran; ve âlem-i İslâm'ın, Kur'an-ı Azimüşşân'ın gıda-i kudsisiyle ve Nur'un uhrevî taamiyle ve şâkirdlerinin iştihasıyla ekmek, su ve hava gibi bu Nurlara pekçok ihtiyacı olduğunu ve bu Nur'ları okuyup yazanlardan binler kişi îmanla kabre girdiğini isbat eden; ve kendisine mensup talebelerini hiçbir yerde mağlub ve mahcub etmeyen; ve elyevm Kur'an'ın semâvî dersleriyle ve Risale-i Nur'un esâsâtiyle ve şâkirdlerinin zekâvet-
(Sh:Asâ.85)
leriyle ve Meyve'nin Onuncu ve Onbirinci Mes'ele ve çiçekleriyle firak ateşiyle gece gündüz yanan kalblerimizi âb-ı hayat ve şarab-ı kevser gibi o mübarek "Mes'ele" ve "Çiçekler" ile kalblerimizin ateşini söndürüp sürur ve feraha sevkeden...
Ve ey âlemin (Kur'an-ı Azimüşşân'ın kat'i vaadiyle ve tehdidi ile ve Risale-i Nur'un keşf-i kat'isiyle ve merhum şâkirdlerinin müşâhedesiyle ve onlardaki keşfelkubur sahiplerinin görmesiyle...) en çok korktuğu ölümü ehl-i îman için îdam-ı ebedîden kurtarıp bir terhis tezkeresine çeviren; ve âlem-i Nur'a gitmek için güzel bir yolculuk olduğunu isbat eden ve kâfir ve münâfıklar için idam-ı ebedî olduğunu bildiren Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, bin mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M) ve kırk vech-i i'câzının tasdiki altında ihbarat-ı kat'iyesiyle, ondan çıkan Risale-i Nur'un en muannid düşmanlarını mağlub eden hüccetleriyle ve Nur Şâkirdlerinin, çok emârelerin ve tecrübelerin ve kanaatlarının teslimi ile o korkunç, karanlık, soğuk ve dar kabri, ehl-i îman için Cennet çukurundan bir çukur ve Cennet bahçesinin bir kapısı olduğunu isbat eden; ve kâfir ve münâfık zındıklar için Cehennem çukurundan yılan ve akreplerle dolu bir çukur olduğunu isbat eden ve oraya gelecek olan Münker-Nekir isminde melâikeleri ehl-i hak ve hakikat yolunda gidenler için birer mûnis arkadaş yapan ve Risale-i Nur'un Şâkirdlerini talebe-i ulûm sınıfına dahil edip Münker-Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hâfız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap vermemizi rahmet-i İlâhiyyeden dua ve niyâz eden ve Hazret-i Kur'anı, Kur'an-ı Azîmüşşân'ın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nev'i i'câz-ı mânevîsini gösterm0esiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ı ezelî olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur'un Mu'cizat-ı Kur'aniye ve Rumûzât-ı Semâniye Risaleleriyle ve Risale-i Nur gül fabrikasının serkâtibi gibi kahraman kardeşlerin ve şâkirdlerin fevkalâde gayretleriyle Asr-ı Saadetten beri öyle hârika bir sûrette mu'cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur'un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev'e "yaz!" emir buyurulmasiyle, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması ve Kur'an-ı Azîmüşşân'ın hak kelâmullah olduğunu ve bütün semâvî kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fâtiha içinde binler Fâtiha, ve bir İhlâs içinde binler İhlâs ve hurufâtının birden on ve yüz ve bin ve binler sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir surette târif ve isbat eden;
Ve Kur'an-ı Mu'cizül-Beyanın, binüçyüz seneden beri i'câzını göstermesiyle ve muârızlarını durdurmasıyla ve Nur'un gözlere gösterir derecede zâhir deliller ile ve Nur Şâkirdlerinin elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli görülmedik Risale-i Nur'un dünyaya ferman okuyan ve en mütemerrid ve muannidleri susturan Yirmibeşinci Söz ve zeyilleri kırk vecihle İ'câz-ı Kur'anî olduğunu isbat eden...
(Sh:Asâ.86)
Ve ey Hazreti Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hak peygamber olduğuna ve umum yüzyirmidört bin peygamberlerin efdali ve seyyidi olduğuna dair binler mu'cizelerini "Mu'cizat-ı Ahmediye" (A.S.M) namındaki Risale-i Nur'u ile güzel bir surette isbat eden; ve Kur'an-ı Azimüşşân'ın, Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın rahmeten lil'âlemîn olduğunu kâinatta ilan etmesiyle ve Nur'un baştan nihayete kadar O'nun rahmeten lil'âlemîn olduğunu bürhanlarla isbat etmesiyle ve O Resûlün ef'al ve ahvali, kâinatta nümûne-i iktida olacak en sağlam, en güzel rehber olduğunu, hatta körlere de göstermesiyle; ve Anadolu ve hususi memleketlerde Nur'un intişarı zamanında belaların ref'i ve susturulmasıyla musibetlerin gelmesi şehadetiyle;
Ve Nur Şakirdlerinin gayet ağır müşkilatlar içinde kemâl-i metanetle hizmet ve irtibatlariyle o Zâtın (A.S.M) Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmek ne kadar kârlı olduğunu ve bir Sünnete bu zamanda ittiba'da yüz şehidin ecrini kazandığını bildiren; ve sadaka, kaza ve belâyı nasıl def' ediyorsa Risale-i Nur'un da Anadoluya gelecek kazayı, belâyı, yirmi senedir def'ettiğini aynelyakîn isbat eden üstâd-ı ekremimiz efendimiz hazretleri!
Şimdi şu Risale-i Nur'un beraeti, başta siz sevgili Üstadımızı, sonra biz âciz kusurlu talebelerinizi, sonra âlem-i İslâmı sürura sevkederek, ikinci büyük bir bayram yaptırdığından siz mübarek Üstadımızın bu büyük bayram-ı şerifinizi tebrik ile ve yine üçüncü bayram olan Ramazan-ı Şerifinizi ve Leyle-i Kadrinizi tebrik ederek emsâl-i kesiresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve biz kusurluların, kusurumuzun afvını rica ederek umumen selâm ile mübarek ellerinizden öper ve dualarınızı temenni ederiz, efendimiz hazretleri.
Isparta ve havalisinde bulunan Nur Talebeleri
Haddimden yüz derece ziyâde olan bu mektub muhteviyâtını tevâzu' ile reddetmek bir küfran-ı ni'met ve umum şâkirdlerin hüsn-ü zanlarına karşı bir ihânet olması ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enâniyet ve benlik bulunması cihetiyle, umum namına Risale-i Nur kâtibinin yazdığı bu uzun mektubu, -Onüç fıkraları ilâve edip- hem bir şükr-ü mânevî, hem gururdan, hem küfran-ı ni'metten kurtulmak için size bir suretini gönderiyorum ki: Meyvenin Onbirinci Mes'elesinin âhirinde "Risale-i Nur'un Isparta ve civarı talebelerinin bir mektubudur." diye ilhak edilsin.
Ben bu mektubu bu tadilat ile yazdığımız halde iki defa bir güvercin yanımızdaki pencereye geldi. İçeriye girecekti; Ceylân'ın başını gördü girmedi. Birkaç dakika sonra başkası aynen geldi. Yine yazanı gördü girmedi. Ben dedim, herhalde evvelki serçe ve kuddüs kuşu gibi müjdecilerdir. Veyahut bu mektub gibi müteaddit mektupları yazdığımızdan, mübarek mektubun tadili ile mübarekiyetini tebrik için gelmişler kanaatımız geldi.
S A İ D N U R S İ