Ondördüncü Lem'a
("İki Makam"dır. Birinci Makam'ı iki sualin cevapıdır.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz sıddık kardeşim Re'fet Bey:
Sevr ve Hûta dair sorduğun sualin bazı Risalelerde cevapı vardır. O nev'i suallere göre cevap Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalında Oniki Asıl namiyle oniki kaide-i mühimme beyan edilmiştir. O kaideler Ehâdis-i Nebeviyeye dair muhtelif tevilâta dair birer mehenktirler ve Ehâdise gelen evhamı defedecek mühim esaslardır. Maatteessüf şimdilik sünûhattan başka ilmî mesail ile iştigalime mani bazı haller var. Onun için sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat-ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul oluyorum. Bazen suallere, sünuhat tevâfuk ettiği için cevap verilir, gücenmeyiniz. Onun için herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum. Haydi bu defaki sualinize kısa bir cevap vereyim.
Bu defaki sualinizde diyorsunuz ki: "Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki Arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz var ve ne de balık?"
Elcevap: İbn-i Abbas (R.A.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan sormuşlar: "Dünya ne üstündedir?" Ferman etmiş:
عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ Bir rivayette bir defa
عَلَى الثَّوْرِ demiş, diğer defada
عَلَى الْحُوتِ demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurâfevâri hikâyelere bu Hadîsi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada "Sevr ve Hût" hakkında gördükleri hikâyeleri, Hadîse tatbik edip, Hadîsin mânâsını acib bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu sualinize dair gâyet mücmel Üç Esas ve Üç Vecih söylenecek.
Birinci Esas: Benî İsrail ulemâsının bir kısmı müslüman olduktan sonra, eski malûmatları dahi onlarla beraber müslüman olmuş, İslâmiyete
sh: » (L:84)
malolmuş. Halbuki o eski malûmatlarında yanlışlar var. O yanlışlar, elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir.
İkinci Esas: Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yâni ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir. Meselâ: Küçüklüğümde Kamer tutuldu. Ben valideme dedim: "Neden ay böyle oldu?" Dedi: "Yılan yutmuş." Dedim: "Daha görünüyor?" Dedi: "Yukarıda yılanlar cam gibi olup, içlerinde bulunan şey'i gösterirler." Bu çocukluk hatırasını çok zaman tahattur ediyordum. Ve der idim ki: "Bu kadar hakikatsız bir hurâfe, vâlidem gibi ciddî zatların lisanında nasıl geziyor?" diye düşünürdüm. Tâ, felekiyat fennini mütalâa ettiğim vakit gördüm ki: Validem gibi öyle diyenler, bir teşbihi hakikat telâkki etmişler. Çünki Derecat-ı Şemsiyyenin medârı olan "mıntıkat-ül-bürûc" tâbîr ettikleri daire-i azîme, menâzil-i Kameriyenin medârı bulunan mâil-i Kamer dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire herbiri iki kavis şeklini vermiş; o iki kavise felekiyyûn uleması lâtif bir teşbih ile büyük iki yılan namı olan "tinnineyn" namını vermişler.
İşte o iki dairenin tekatu' noktasına, baş mânâsına "Re's", diğerine kuyruk mânâsına "Zeneb" demişler. Kamer Re'se ve Şems Zenebe geldiği vakit felekiyyun ıstılahınca "Haylûlet-i Arz" vukubulur. Yâni Küre-i Arz tam ikisinin ortasına düşer, o vakit Kamer hasfolur. Sâbık teşbih ile "Kamer, tinnînin ağzına girdi" denilir.
İşte bu ulvî ve ilmî teşbih, avâmın lisanına girdikçe, mürur-u zamanla, Kamer'i yutacak koca bir yılan şeklini almış.
İşte Sevr ve Hût namiyle iki büyük melek, bir teşbih-i lâtif-i kudsî ile ve mânidar bir işaretle Sevr ve Hût namiyle tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvî lisan-ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılâb etmiş, âdeta gâyet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar.
Üçüncü Esas: Nasılki Kur'anın müteşabihatı var; gâyet derin mes'eleleri temsilât ile ve teşbihatla avama ders veriyor. Öyle de: Hadîsin müteşabihatı var; gâyet derin hakikatları me'nûs teşbihatla ifade eder. Meselâ: Bir iki Risalede beyan ettiğimiz gibi: Bir vakit huzur-u Nebevîde gâyet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Yetmiş senedir yuvarlanıp, bu dakikada Cehennem'in dibine düşen bir taşın gürültüsüdür." Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: "Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın gâyet belîğ temsilinin hakikatını ilân etti.
Senin sualin cevapına şimdilik "Üç Vecih" söylenecek.
sh: » (L:85)
Birincisi: Hamele-i Arş ve Semavat denilen melâikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr" olarak dört melâikeyi, Cenab-ı Hak Arş ve Semavata saltanat-ı Rubûbiyetine nezaret etmek için tâyin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arz'a dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi "Sevr" ve diğerinin ismi "Hût"tur. Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki: Arz iki kısımdır: Biri, su; biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medâr-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i Arz'a müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev'ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır. Belki,
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hût suretinde temessülleri var. (Hâşiye) İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve Küre-i Arz'ın o iki mühim nevi mahlûkatına îmaen lisan-ı mu'ciz-ül-beyan-ı Nebevî,
َاْلاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiş, gâyet derin ve geniş bir sahife kadar mes'eleleri havi olan bir hakikatı, gâyet güzel ve kısa birtek cümle ile ifade etmiş.
İkinci Vecih: Meselâ nasılki denilse: "Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?" Cevapında:
عَلَى السَّيْفِ وَ الْقَلَمِ denilir. Yâni "Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve me'mur kaleminin dirayetine ve adâletine istinad eder." Öyle de: Küre-i Arz madem zîhayatın meskenidir ve zîhayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı âzamının medâr-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevahil olmayan kısmının medâr-ı taayyüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır ve mühim bir medâr-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder, Hâlık-ı Hakîm de Arz'ı harab eder.
İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gâyet mu'cizane ve gâyet ulvî ve gâyet hikmetli bir cevap ile:
َاْلاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ ______________________________
(Hâşiye): Evet Küre-i Arz, bahr-i muhit-i havâîde bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı Hadîsle Âhiretin bir mezraası, yâni fidanlık tarlası olduğundan, o câmid ve şuursuz büyük gemiyi o denizde emr-i İlâhî ile, intizam ile, hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden melâikeye "Hût" namı ve o tarlaya izn-i İlâhî ile nezaret eden melâikeye "Sevr" ismi ne kadar yakıştığı zâhirdir.
sh: » (L:86)
demiş. Nev-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatiyle alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı, iki kelime ile ders vermiş.
Üçüncü Vecih: Eski Kozmoğrafya nazarında Güneş gezer. Güneş'in her otuz derecesini, bir burç tabîr etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (yâni arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mîzan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hût suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın Kozmoğrafyası nazarında ise, Güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneş'in bedeline Küre-i Arz geziyor. Öyle ise o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde Arz'ın medâr-ı senevîsinde küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir. Şu halde burûc-u semaviye, Arzın medâr-ı senevîsinden temessül edecek. Ve o halde Küre-i Arz her ayda burûc-u semaviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya Arz'ın medâr-ı senevîsi bir âyine hükmünde olarak semavî burçlar, onda temessül ediyor.
İşte bu veçhile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sabıkan zikrettiğimiz gibi bir defa
عَلَى الثَّوْرِ, bir defa
عَلَى الْحُوتِ demiş. Evet mu'ciz-ül beyan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda gâyet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikata işareten bir defa
عَلَى الثَّوْرِ demiş. Çünki Küre-i Arz, o sualin zamanında Sevr Burcu'nun misalinde idi. Bir ay sonra yine sorulmuş,
عَلَى الْحُوتِ demiş. Çünki o vakit Küre-i Arz, Hût Burcu'nun gölgesinde imiş.
İşte istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikata işareten ve Küre-i Arz'ın vazifesindeki hareketine ve seyahatına îmaen ve semavî burçlar, Güneş itibariyle muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakiki işliyen burçlar ise, Küre-i Arz'ın medâr-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden Küre-i Arz olduğuna remzen
عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiştir.
وَاللّهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve hûta dair acib ve hâric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilâttır veya bazı muhaddislerin te'vilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından Hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a isnad edilmiş.
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
sh: » (L:87)
İKİNCİ SUAL: Âl-i Abâ hakkındadır.
Kardeşim; Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız bir tek hikmeti söylenecek. Şöyle ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Fâtıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn'in (R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle
لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız vazife-i Risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı Nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali'yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyn'i (R.A.) ta'ziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan'ı (R.A.) tebrik etmek ve Musâlâha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azim faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma'nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle beraber "Hamse-i Âl-i Abâ" ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür. Evet çendan Hazret-i Ali (R.A.) halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan ümmet nazarında tebriesi ve beraeti, vazife-i Risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkid ve tahtie ve tadlîl eden Hâricîleri ve Emevîlerin mütecâviz tarafdarlarını sükûta davet ediyor. Evet Hâricîler ve Emevîlerin müfrit tarafdarları Hazret-i Ali (R.A.) hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyn'in (R.A.) gâyet feci ciğer-sûz hâdisesiyle Şîaların ifratları ve bid'aları ve Şeyheyn'den teberrileri, ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.
İşte bu abâ ve dua ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Hüseyn'i (R.A.) mes'uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan'ı (R.A.) yaptığı Musalâha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i Risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fâtıma'nın (R.A.) zürriyetinin nesl-i mübareki, Âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âlî bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fâtıma (R.A.)
وَاِنّىِ اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ sh: » (L:88)
diyen Hazret-i Meryem'in vâlidesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilân ediyor.
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ اْلاَبْرَارِ وَعَلَى اَصْحَابِهِ الْمُجَاهِدِينَ الْمُكْرَمِينَ اْلاَخْيَارِ آمِينَ
İkinci Makam
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in binler esrarından altı sırrına dairdir.
İhtar : Besmelenin Rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için nota suretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi-otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmek ile avlamak ve zabtetmek arzu ettim. Fakat maatteessüf şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmiotuzdan, beşaltıya indi.
"Ey insan!" dediğim vakit, nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhan benimle münasebetdar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zatlara belki medâr-ı istifâde olur niyetiyle, "Ondördüncü Lem'anın İkinci Makamı" olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havâle ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nâzırdır.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
قَالَتْ يَا اَيُّهَا اْلَمَلَؤُ اِنِّى اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَ اِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Şu makamda birkaç sır zikredilecektir.
Birinci Sır: "BismillâhirRahmânirrahîm"in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmâsında, arz sîmâsında ve insan sîmâsında birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç Sikke-i Rubûbiyet var. Biri: Kâinatın heyeti mecmûasındaki teavün, tesânüd, teanuk, tecâvübden tezahür eden Sikke-i kübra-i Ulûhiyettir ki, "Bismillâh" ona bakıyor. İkincisi: Küre-i Arz sîmâsında nebâtat ve hayvânâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşâbüh, tenâsüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezâhür eden Sikke-i Kübra-yı Rahmâniyettir ki, "BismillâhirRahmân" ona bakıyor. Sonra insanın mâhiyet-i câmiasının sîmâsındaki letâif-i Re'fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaât-ı merhamet-i İlâhiyeden tezâhür eden Sikke-i ulya-i Rahîmîyettir ki, "BismillâhirRahmânirrahîm" deki "Errahîm" ona bakıyor. Demek "BismillâhirRahmânirrahîm" sahife-i âlemde bir
sh: » (L:89)
satır-ı nurânî teşkil eden üç Sikke-i Ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yâni "BismillâhirRahmânirrahîm" yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arş'a bağlar. İnsanî Arşa çıkmağa bir yol olur.
İkinci Sır: Kur'an-ı Muciz-ül Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden Vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, daima o Vâhidiyet içinde Ehadiyyet cilvesini gösteriyor. Yâni, meselâ: Nasılki Güneş, ziyâsiyle hadsiz eşyâyı ihata ediyor. Mecmû-u ziyâsındaki Güneş'in zatını mülahaza etmek için gâyet geniş bir tasavvur ve ihâtalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneş'in zatını unutturmamak için, herbir parlak şeyde Güneş'in zatını, aksi vasıtasiyle gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince Güneş'in cilve-i zatîsiyle beraber ziyası, harâreti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey Güneş'i bütün sıfâtiyle kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneş'in ziyâ ve harâret ve ziyâdaki elvân-ı seb'a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de:
وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde hata olmasın- Ehadiyet ve Samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayâtta, husûsan insanın mâhiyet âyinesinde bütün Esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi.. vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcûdât ile alâkadar herbir ismi bütün mevcûdâtı ihâta ediyor. İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zat-ı Akdes'i unutmamak için, daima vâhidiyetteki Sikke-i Ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden "BismillâhirRahmânirrahîm"dir.
Üçüncü Sır: Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede Rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedâhe yine Rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe yine Rahmettir. Ve bir ağacın bütün hey'etiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe Rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede Rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir zata muhatab ve dost yapan, bilbedahe Rahmettir.
Ey insan! Madem Rahmet böyle kuvvetli ve câzibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir. "BismillâhirRahmânirrahîm" de. O hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed'in tahtına yanaş ve o Rahmetin şefkatiyle ve şefaatiyle ve şuaatiyle o Sultan'a muhâtab ve halil ve dost ol! Evet, kâinatın envâını hikmet dâiresinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına kemâl-i intizâm ve inayet ile koşturmak, bilbedâhe iki hâletten birisidir:
sh: » (L:90)
Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor.( Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intac ediyor.) İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı mutlak'ın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahût bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak'ın ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatın envâı, insanı tanıyor değil, belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zatın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün envâ-ı mahlûkâtı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zat-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Mâdem seni biliyor, Rahmetiyle bildiğini bildiriyor;sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka bu koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdâdına göndermek; elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı Rahmettir. Elbette böyle bir Rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o sâfi hürmetin tercümânı ve ünvânı olan "BismillâhirRahmânirrahîm"i de. O Rahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân'ın dergâhında şefaatçı yap. Evet Rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneş kadar zâhirdir. Çünki nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor. Öyle de: Bu kâinâtın dâire-i kübrâsında binbir ism-i İlâhînin cilvesinden uzanan nûrânî atkılar, kâinat sîmâsında öyle bir Sikke-i Rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti nescediyor ki, Güneş'ten daha parlak kendini akıllara gösteriyor. Evet Şems ve Kamer'i, anâsır ve meâdîni, nebâtat ve hayvânâtı bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şuâlariyle tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebatî ve hayvânî olan umum vâlidelerin gâyet şirin ve fedâkârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayâtı hayât-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan Rubûbiyet-i İlâhiye'nin gâyet güzel ve şirin bir nakş-ı âzâmını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak Rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-i mutlakına karşı, Rahmetini ihtiyâc-ı mutlak içindeki zîhayâta ve insana makbûl bir şefâatcı yapmış. Ey insan, eğer insan isen "BismillâhirRahmânirrahîm" de. O şefaatçıyı bul!
Evet, Rûy-i zeminde dörtyüz binmuhtelif ayrı ayrı nebâtatın ve hayvânâtın tâifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemâl-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmâsından hâtem-i Ehadiyeti vaz'eden; bilbedâhe belki bilmüşahede, Rahmettir ve o Rahmetin vücûdu, bu küre-i arzın sîmâsındaki mevcûdâtın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o mevcûdat adedince tahakkuku
sh: » (L:91)
nun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i Rahmet ve Sikke-i Ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mâhiyet-i mâneviyesinin sîmâsında dahi öyle bir Sikke-i Rahmet vardır ki, küre-i arz sîmâsındaki Sikke-i merhamet ve kâinat sîmâsındaki Sikke-i uzmâ-yı Rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrâkiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.
Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmâyı veren ve o sîmâda böyle bir Sikke-i Rahmeti ve bir hâtem-i Ehadiyeti vaz'eden Zat seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiç bir cihetle şübhe kabûl etmeyen ve hiç bir vechile noksâniyeti olmıyan, Güneş gibi zâhir olan Rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!..
Ey insan! Bil ki: O Rahmetin arşına yetişmek için bir mî'rac var. O mî'rac ise "Bismillâhirrahmânirrahîm"dir. Ve bu mî'rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın yüz on dört sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübârek kitapların ibtidâlarına ve umum mübârek işlerin mebde'lerine bak. Ve Besmelenin azamet-i kadrine en kat'î bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şâfiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: "Besmele tek bir âyet olduğu halde Kur'an'da yüzondört defa nâzil olmuştur."
Dördüncü Sır: Hadsiz kesret içinde vâhîdiyet tecellisi; hitab-ı
اِيَّاكَ نَعْبُد demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zat-ı Ehadîyet'i mülâhaza edip
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeğe, küre-i arz vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binâen cüz'iyâtta zâhir bir surette Sikke-i Ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide Sikke-i Ehadiyeti göstermek ve Zat-ı Ehad'i mülâhaza ettirmek için hâtem-i Rahmâniyet içinde bir Sikke-i Ehadiyeti gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip doğrudan doğruya Zat-ı Akdes'e hitab ederek müteveccih olsun. İşte Kur'an-ı Hakîm bu sırr-ı azîmi ifâde içindir ki, kâinatın dâire-i âzamından meselâ semâvat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit birden en küçük bir dâireden ve en dakik bir cüz'iden bahseder; tâ ki, zâhir bir surette hâtem-i Ehadiyeti göstersin. Meselâ: Hilkat-ı semavât ve arzdan bahsi içinde hilkat-ı insandan ve insanın sesinden ve sîmâsındaki dekaik-ı nîmet ve hikmetten bahis açar. Tâ ki, fikir dağılmasın, kalb boğulma
sh: » (L:92)
sın, ruh Mâbudunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ:
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ Âyeti mezkûr hakikatı mu'cizâne bir surette gösteriyor. Evet hadsiz mahlûkatta ve nihâyetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil dâireler gibi en büyüğünden, en küçük sikkeye kadar envaı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet ne kadar olsa yine kesret içinde bir vahdettir. Hakikî hitâbı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında Ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır. Tâ ki, kesreti hâtıra getirmesin. Doğrudan doğruya Zat-ı Akdes'e karşı kalbe yol açsın. Hem Sikke-i Ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için O Sikke-i Ehadiyet üstünde gâyet câzibedar bir nakış ve gâyet parlak bir nur ve gâyet şirin bir halâvet ve gâyet sevimli bir cemâl ve gâyet kuvvetli bir hakîkat olan Rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet o Rahmetin kuvvetidir ki, zîşuûrun nazarlarını celbeder, kendine çeker ve Ehadiyet sikkesine îsâl eder. Ve Zat-ı Ehadiye'yi mülâhaza ettirir ve ondan
اِيّاَكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hakikî hitaba mazhar eder. İşte, "Bismillâhirrahmânirrahîm" Fâtiha'nın fihristesi ve Kur'an'ın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvânı ve tercümânı olmuş. Bu ünvânı eline alan, Rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümânı konuşturan, esrâr-ı Rahmeti öğrenir ve envâr-ı rahîmiyeti ve şefkati görür.
Beşinci Sır: Bir Hadîs-i şerifte vârid olmuş ki:
اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ -ev kemâ kâl- Bu Hadîsi, bir kısım ehl-i tarîkat, akaid-i îmâniyeye münasib düşmiyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hatta onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sîmâ-yı mânevîsine bir sûret-i Rahmân nazariyle bakmışlar. Ehl-i tarikatın bir kısm-ı ekserinde sekir ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikata muhalif telâkkilerinde belki mâzurdurlar. Fakat, aklı başında olanlar, fikren onların esas-ı akaide münâfî olan mânâlarını kabul edemez. Etse hata eder. Evet, bütün kâinatı bir Saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlâhî'nin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi,
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırriyle sureti, misli, misâli, şebîhi dahi olamaz. Fakat,
وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ sırriyle, mesel ve temsil ile, şuûnatına ve sıfât ve Esmâsına bakılır. Demek mesel
sh: » (L:93)
ve temsil, şuûnât nokta-i nazarında vardır. Şu mezkûr Hadîs-i şerifin çok makâsıdından birisi şudur ki: İnsan, ism-i Rahmân'ı tamamiyle gösterir bir surettedir. Evet sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, kâinatın sîmâsında binbir ismin şuâlarından tezâhür eden İsm-i Rahmân göründüğü gibi, zemin yüzünün sîmâsında Rubûbîyet-i mutlaka-i İlâhiyenin hadsiz cilveleriyle tezâhür eden ism-i Rahmân gösterildiği gibi, insanın sûret-i câmiasında küçük bir mikyasta zemînin sîmâsı ve kâinatın sîmâsı gibi yine o ism-i Rahmân'ın cilve-i etemmini gösterir demektir. Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmânirrahîm'in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar, o kadar o Zat-ı Vâcib-ül Vücûd'a delâletleri kat'î ve vâzıh ve zâhirdir ki, Güneş'in timsâlini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzûhuna işareten "O âyine Güneş'tir" denildiği gibi, "İnsanda suret-i Rahmân var" vuzûh-u delâletine ve kemâl-i münâsebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i Vahdet-ül Vücûd'un mûtedil kısmı "Lâ Mevcûde illâ Hu" bu sırra binaen, bu delâletin vuzûhuna ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak demişler.
اََللّهُمَّ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِِّ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ آمِينَ
Altıncı Sır: Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçâre insan! Rahmet ne kadar kıymetdar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçı olduğunu bununla anla ki: O Rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâl'e vesîledir ki, yıldızlarla zerrat berâber olarak kemal-i intizam ve itaatle beraber ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zat-ı Zülcelâl'in ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed'in istiğnâ-i zatîsi var. Ve istiğnâ-i mutlak içindedir. Hiç bir cihetle kâinata ve mevcûdâta ihtiyacı olmıyan bir Ganiyy-i Alelıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idâresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, Celaline karşı tezellüldedir. İşte Rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Alelıtlak'ın ve Sultan-ı Sermedî'nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen Güneş'e yetişemiyorsun, çok uzaksın; hiçbir cihetle yanaşamıyorsun. Fakat Güneşin ziyası Güneş'in aksini, cilvesini, senin âyinen vâsıtasiyle senin eline verir. Öyle de: O Zat-ı Akdes'e ve o Şems-i Ezel ve Ebed'e biz çendan nihâyetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziyâ-ı Rahmeti, onu bize yakın ediyor. İşte ey insan! Bu Rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazîne-i nur buluyor. O hazîneyi bulmasının çaresi: Rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o Rahmetin en belîğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmetenlilâlemîn ünvaniyle Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten-lil-âlemîn olan Rahmet-i mücessemeye vesîle ise, Salâvattır. Evet Salâvatın mânâsı, Rah-
sh: » (L:94)
mettir. Ve o zîhayat mücessem Rahmete Rahmet duası olan Salâvat ise, o Rahmeten-lil-âlemîn'in vüsûlüne vesîledir. Öyle ise sen Salâvatı kendine, o Rahmeten-lil-âlemîn'e ulaşmak için vesîle yap ve o Zatı da Rahmet-i Rahmân'a vesîle ittihaz et. Umum ümmetin Rahmeten-lil-âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle Rahmet mânâsıyla Salâvat getirmeleri, Rahmet ne kadar kıymetdar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette isbat eder.
Elhâsıl: Hazîne-i Rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: "Bismillâhirrahmânirrahîm"dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.
اَللّهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّهِ الرَحْمنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ