Onaltıncı Lem'a
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz sıddık kardeşlerim Hoca Sabri, (R.H)Hâfız Ali, (R.H) Mes'ud, (R.H) Mustafalar, (R.H) Hüsrev, Re'fet, Bekir Bey(R.H), Rüşdü, Lütfüler(R.H), Hâfız Ahmed(R.H), Şeyh Mustafa(R.H) vesaire... Sizlere meraklı ve medâr-ı sual olmuş "Dört Küçük Mes'ele"yi malûmat kabilinden muhtasar bir surette beyan etmekliğe kalbimde bir hâtıra hissettim.
BİRİNCİSİ: Kardeşlerimizden Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı vaki' haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünûhat kabilinden olarak verdiğim cevapın muhtasarı şudur:
Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir." Şu Hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan levh-i Mahv, İsbat'a mukadder olarak yazılmıştır. Gâyet nadir olarak levh-i ezeli'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler; ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünki mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık Hadîsin sırriyle: Sadaka, belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.
sh: » (L:96)
İKİNCİ MERAKLI SUAL: Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermiyerek bilâkis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: "Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?" Verdiğim cevapın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuziyle hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder. Hem nur, hem topuz.. İkisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..
ÜÇÜNCÜ MERAKLI SUAL: Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyîc etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyasına ve bid'aların bir derece def'ine medâr olacağı halde, neden şiddetle harb aleyhinde çıktın ve bu mes'elenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedîlerin hükûmetleri lehinde tarafdar çıktın? Bu ise, dolayısiyle bid'alara tarafgirliktir?
Elcevap: Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıncı ile değil. Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imâna musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler. Hem harb belâsı ise hizmet-i Kur'aniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymetdar kardeşlerimizin ekserisi kırkbeşten aşağı olduğundan, harb vasıtasiyle vazife-i kudsiye-i Kur'aniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-ü rızam ile, böyle kıymetdar kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa, verirdim. Böyle yüzer kıymetdar kardeşlerimizin hizmet-i Kur'aniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüzbin lira kendi zararımızı hissediyordum. Hatta Zekâî'nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar mânevî faidesini kaybettirdi. Her ne ise... Kadîr-i Kül
sh: » (L:97)
l-i Şey', bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizliyerek, semanın berrak yüzünde ziyadar Güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve Rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı Güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun Rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.
DÖRDÜNCÜ MERAKLI SUAL: Diyorlar ki: Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz değildir; nura karşı muaraza edilmez ve nurdan kaçılmaz ve nurun izharından zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Çok nurlu Risaleleri halklara gösterilmesini men'ediyorsunuz?
Bu suale karşı cevapın muhtasar meâli şudur ki: Başlardaki başların çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz. Yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tama' veyahud havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki: İhtiyat etsinler, nâ-ehillerin eline hakikatları vermesinler. Hem ehl-i dünyanın evhamını tahrik edecek işlerde bulunmasınlar. (Hâşiye)
Hâtime
Bugün Re'fet Bey'in bir mektubunu aldım. Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki: Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduddur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir mikdarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re's-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmîde bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet'in saçı olduğu sabit midir ki,
________________________________
(Hâşiye): Ciddî bir mes'eleye vesile olabilecek bir lâtife: Dünkü gün sabahleyin bir dostumun damadı Mehmed yanıma geldi. Mesrurâne, beşaretkârane dedi ki: "Senin bir kitabını Isparta'da tab'etmişler, çoklar okuyorlar." Ben dedim: "O, yasak olan tab' değil belki müstensihle bazı nüshalar alınmış ki hükûmet ona birşey demez." Hem dedim: "Sakın bunu senin dostun olan iki münafığa söyleme. Onlar böyle birşey arıyorlar ki, bahane etsinler." İşte kardeşlerim, bu adam çendan bir dostumun damadıdır; o münasebetle benim de ahbabım sayılır. Fakat berberlik münasebetiyle vicdansız muallim ve münafık müdürün dostudur. Orada kardeşlerimizden birisi bilmiyerek öyle söylemiş. İyi oldu ki, en evvel geldi, bana haber verdi. Ben de tenbih ettim, fenalığın önü alındı. Ve teksir makinesi binler nüshaları bu perde altında neşretti.
sh: » (L:98)
ona karşı ziyaret makbul olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı salavat getirmiye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medârdır. Vesilelik ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hâle göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'î sened ile o saçın zatını teşhis ve tâyin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat'î delil olmasın, yeter. Çünki : Telâkkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nev'i hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takvâ böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki vesile-i salâvattır. Re'fet Bey mektubunda diyor: "Bu mes'ele ihvanlar beyninde medâr-ı münakaşa olmuş." Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdâvele-i efkâr suretinde nizasız mübahaseye alışsınlar.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّيُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz sıddık Senirkent'li kardeşlerim: İbrahim, Şükrü, Hâfız Bekir, Hâfız Hüseyin, Hâfız Receb Efendiler!
Hâfız Tevfik ile gönderdiğiniz üç mes'eleye mülhidler eskiden beri ilişiyorlar.
Birincisi:
حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ Âyetin ifade ettiği zâhir mânâsına göre: Güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş, diyor.
İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?
Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i Îsa'nın (A.S.) geleceğine ve Deccal'ı öldüreceğine dairdir.
Bu suallerin cevapları uzundur. Yalnız muhtasar bir işaretle deriz ki: Âyât-ı Kur'aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlıyacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.
İşte
تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yâni: Güneş'in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Mu
sh: » (L:99)
hît-i Garbî'nin sâhilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yâni: Zâhir nazarda Bahr-i Muhît-i Garbî'nin sevâhilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhît'in bir kısmında Güneş'in zâhiri gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan Güneş'in gizlendiğini görmüş.
Evet Kur'an-ı Hakîm'in mu'cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesâili ders veriyor. Evvelâ: Zülkarneyn'in mağrib tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve Güneş'in gurub avânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika'nın tamam istilâsı gibi çok ibretli mes'elelere işaret eder. Malûmdur ki: Görünen hareket-i Şems, zâhirîdir ve Küre-i Arz'ın mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ı gurub murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arabça hem çeşme, hem Güneş, hem göz mânâsında olan
عَيْنٍ kelimesi, esrâr-ı belâgatça gâyet manidâr ve münasipdir. (Hâşiye) Zülkarneyn'in nazarında uzaklık cihetiyle öyle göründüğü gibi, Arş-ı Âzam'dan gelen ve ecram-ı semaviyeye kumanda eden semavî hitab-ı Kur'anî, bir misafirhane-i Rahmâniyede sirac vazifesini gören musahhar Güneş'i Bahr-i Muhît-i Garbî gibi bir çeşme-i Rabbanîde gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine yakışıyor ve mu'cizâne üslûbu ile, denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı bir göz gösterir. Ve semavî gözlere öyle görünür. Elhasıl: Bahr-i Muhît-i Garbî'ye çamurlu bir çeşme tâbîri, Zülkarneyn'e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur'anın nazarı ise herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn'in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur'an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz'ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazen bir beşik, bazen
_______________________________________
(Haşiye):
فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki
عَيْنٍ tâbîri, esrâr-ı belâğatça lâtif bir mânâyı remzen ihtar ediyor. Şöyle ki: "Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin yüzündeki cemâl-i Rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyyeyi temaşayı müteakip; o iki göz birbiri içine kapanırken, rûy-i zemindeki gözleri kapıyor." diye mu'cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor.
sh: » (L:100)
bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhît-i Atlas-ı Garbî'yi bir çeşme tabîr etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.
İkinci Sualiniz: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?
Elcevap: Eskiden bu mes'eleye dair bir Risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o Risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam ta'til-i eşgâl etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalı'nda bir nebze bu mes'eleden bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gâyet muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ehl-i tahkîkin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi "zü" kelimesiyle başlıyan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rûmî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rûmî ise, milâddan takrîben üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i beşerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı, Hazret-i İbrahim zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gâyet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının sebebi, ya o Zülkarneyn'in bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebîr ve Eski İskender'dir. Veyahût Âyât-ı Kur'aniyenin zikrettiği hadisat-ı cüz'iyeler; küllî hadisatın uçları olduğu cihetle..
Zülkarneyn olan İskender-i Kebîr'in Nübüvvetkârane irşadatiyle akvam-ı zalime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rûmî misillû müteaddid cihangirler ve kuvvetli padişahlar, maddi cihetinde ve mânevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım Enbiya ve bazı aktâb dahi mânevî ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in arkasında gidip iktida edip, mazlûmları zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri (Hâşiye), sonra dağlar başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal'aları, tâ son çare olan kırkikilik topları ve kal'a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hatta rûy-i zemînin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cücün ve tabîr-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zîr ü zeber eden ve Himalaya Dağları'nın arkasından çıkan ve şarktan garbe kadar harab eden akvâm-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlûmeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvâm-ı
(Hâşiye): Rûy-i zeminde mürûr-u zamanla dağ şeklini almış, tanınmıyacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler vardır.
sh: » (L:101)
vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu gâretgîr akvâm-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile konuştuğu için, zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.
İşte bu nokta-i nazardandır ki, Sedd'e ve Ye'cüc ve Me'cüce dair rivayetler ve akval-i müfessirîn, ayrı ayrı gidiyor.
Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı düşünmiyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte Sedd'in harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki münasebat-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu sed nasıl harab olacak, öyle de: Dünya harab olacaktır. Hem nasılki fıtrî ve İlâhî sedler olan dağlar metindir, ancak Kıyametin kopmasiyle harab olurlar; öyle de bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasiyle hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir. Evet Sedd-i Zülkarneyn'in külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde yazılan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak okunuyor.
Üçüncü Sualiniz: Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'ın Deccal'ı öldürmesi, hem Birinci Mektub'da ve hem Onbeşinci Mektub'da gâyet muhtasar ve size kâfi bir cevap vardır.
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri (R.H.) ve Hâfız Ali (R.H.); "Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sûre-i Lokman'ın Âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gâyet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevapa müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gâyet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu da, Allah'tan baş
sh: » (L:102)
kası da biliyor. Hem röntgen şuâiyla rahm-ı maderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir?"
Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaid'eye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşîet-i hâssa-i İlâhiye ile bağlı ve hazine-i Rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve Rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiyye ve meşîet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşîete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve Rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, Rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı Rahmet, belki ayn-ı Rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşîet-i hâssa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubûdiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneş'in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu mâlûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi' olduğundan, Güneş'in çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoliyle yarın Güneş'in çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü tayin edemediği için, sırf hazine-i Rahmetten bir nîmet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu Âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebât-ı Hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şEhadete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kablelvukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücûdu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdîleri var. O mebâdîler, rutûbet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umûra vûsûle bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şEhadete ayak basmayan ve meşîet-i hassa ile Rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur.
sh: » (L:103)
Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile
وَ يَعْلَمُ مَا فِى اْلاَرْحَامِ Âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı husûsîsi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medâr olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdîleri, hatta sîmâsındaki gâyet acib olan Sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyûb'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakikî sîmâ-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sîmâ-yı vechîsinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sîmâ-yı mânevîyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve Rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve Rahmet-i hâssaya ve meşîet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubûdiyet ve tesbihin menşe ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve Rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakk'ın rahm-ı mâderdeki çocukların sîmâ-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva'ında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sîmâ ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benziyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zîhayatın sânii O'dur."
İşte rahm-i maderdeki cenînin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tabî olduğu için mâlûmdur, bilinebilir. Âlem-i şEhadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci Cihet: Sîmâ-yı istidâdiye-i hususiyesi ve sîmâ-yı vechiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve Rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu sîmânın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!
Elhasıl: Cenînin sîmâ-yı istidadîsinde ve sîmâ-yı vechiyesinde hem delil-i Vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. Eğer Cenab-ı Hak muvaffak etse, mugayyebat-ı Hamseye dair bazı nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla vaktim ve hâlim müsaade etmedi, hâtime veriyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *