nurunalanur Sadık Kardeşimiz
Mesaje : 259 Puncte : 648 Reputatie : 6 Data de inscriere : 23/03/10
| Konu: (onuncu söz) Zeylin ikinci parçası Ptsi Nis. 12, 2010 10:27 am | |
| Zeylin İkinci Parçası [Baştaki Âyetin mu'cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Haşriyeye dair «'Dokuz Makam» dan «Birinci Makam»:] فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُون َُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhân-ı bâhirî ve hüccet-i katıası Beyân ve izah edilecek inşâallah. (Hâşiye) Hayatın, Yirmisekizinci hassasında Beyân edilmiştir ki: Hayat, îmanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet, mâdem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır. Elbette o hakikat-ı âliye; bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyyeye münhasır değildir. Belki, hayatın, yirmidokuz hassasiyle mahiyetinin âzameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin âzametine lâyık meyvesi; hayat-ı ebediyyedir ve hayat-ı uhreviyyedir ve taşiyle ve ağaciyle, toprağiyle hayatdar olan dâr-ı saâdetteki hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihâzat-ı mühimme ile techiz edilen hayat şeceresi, zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek ve sermâyece ve cihâzatça serçe kuşundan, meselâ, yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan; serçe kuşundan saâ-______________________________ (Hâşiye): O makam daha yazılmamış ve hayat mes'elesi haşre münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir. sh:» (S: 112)det-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı düşüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak... Hem, en kıymettar bir ni'met olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmek ile kalb-i insanı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviyye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve senin vatanında, senin hayatına lâzım ve münasip bütün levâzımatı ve cihâzâtı, hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızk duâsını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânın kabûlünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyyeye lâzım esbabı izhar etmesin? Ve nev-i insanın en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duâsını; hayat-ı uhreviyyenin inşasiyle ve cennetin îcadiyle kabûl etmesin! Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gâyet kuvvetli duâsını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!.. Hem, hiç kabil midir ki: Hayatın en cüz'îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra, en büyük ve kıymetdar ve bâkî ve nâzdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin! Ve onun çok ehemmiyetli beka duâsını ve nâzını ve niyâzını nazara almasın! Âdeta bir neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın! Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin! Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!. Hem, hiçbir cihetle akıl kabûl eder mi ki: Hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtratan perestiş eden, hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan sh:» (S: 113)ruhu; mevt-i ebedî ile îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habbini ebedî bir sûrette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencîde ederek, sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir. Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimal etmeyenler dâr-ı bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna.. ve hem nasılki: Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin, Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, ziyanın lem'alariyle parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayâlî Güneşciklere âyinelik etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem'alar, yüksek birtek Güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve Güneşin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklariyle ona işâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-ı Hayy-u Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların Kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için «Yâ Hay» deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediyye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına ve vücûb-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcûdâtın tanziminde eseri görünen İlm-i İlâhîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve meşîeti isbat eden bütün hüccetler ve Kelâm-ı Rabbânî ve Vahy-i İlâhînin medârı olan Risâletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkezâ... Yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki: Nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır. İşitmek varsa, hayatın alâmetidir. Söylemek varsa, hayatın vücûduna işaret eder. İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücutları muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve İrâde-i Şâmile ve İlm-i Muhît gibi sıfatlar, bütün delâilleri ile Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına ve Vücûb-ü Vücûduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyyesine şehadet ederler. sh:» (S: 114) Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat eder. Çünki: Mâdem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatın envaiyle dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor ve mâdem hayatın süzülmüş en sâfi hulâsası olan, şuur ve akıl; ve lâtif ve sâbit cevheri olan ruh; Küre-i Arzda gâyet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan Ecrâm-ı Semâviyye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek, gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetine verecek ve netice-i hilkat-ı semâvâtı gösterecek ve hitâbat-ı Sübhâniyyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvata münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir... Hem, hayatın sırr-ı mahiyeti, Peygamberlere îman rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır. Bir nakş-ı ekmelidir. Bir san'at-ı ecmelidir. Mâdem hayat-ı sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve pegamberler olmaz ise, o hayat-ı ezeliyye bilinmez. Nasılki: Bir adamın söylemesiyle diri ve hayatdar olduğu anlaşılır. Öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan Âlem-i Gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtı, hitâbâtını gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardır. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir Sûrette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücûduna kat'î şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyyenin şuââtı, celevâtı, münesebâtı olan «İrsâl-i Rüsul ve İnzâl-i Kütüb» rükünlerine bakar remzen isbat eder ve bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur'anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir. Evet, nasılki hayat; bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır veşuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır ve akıl sh:» (S: 115)dahi, şuurdan ve hisden süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî, Hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hulâsat-ül-hulâsadır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hulâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.), - âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet!.. Eğer, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divâne olacak ve Küre-i Arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki, şuursuz kalmış olan başını, bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak... Hem hayat, «îman-ı Bilkader» rüknüne bakıyor. Remzen isbat eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i şehadetin ziyâsıdır; ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-ı kâinatın en câmi âyinesidir ve Faaliyet-i Rabbâniyyenini en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. (Temsilde hatâ olmasın) bin nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi, müstakbel, yâni geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyyeleri hükmünde olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meşhûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki, bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çeikrdekleri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki, bu hâzır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler. Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlardan ve vaziyetlerden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i ilâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücutları, bir silsile-i vücûd-u ilmî teşkil eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyyenin, mânevî bir cilvesine maz- sh:» (S: 116)hardır ki; Mukadderat-ı hayatiyye o mânidar ve canlı Elvâh-ı Kaderiyyeden alınır. Evet, âlem-i gaybın bir nev'i olan âlem-i ervah; ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyyeti ister ve istilzam eder. Hem, bir şey'in vücûd-u ilmîsindeki intizâm-ı ekmel ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyyeye mazhariyyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliyye güneşinin ziyâsı olan, bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücûd-u hâricîye münhasır olamaz. Belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyâdardır. Yoksa, nazar-ı dalâletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müthiş birer cenâze ve karanlıklı birer virâne âlem olacaktı. İşte, Kadere ve Kazâya îman rüknünün dahi geniş bir vechi de sırr-ı hayatla anlaşılıyor; ve sâbit oluyor. Yâni, nasılki âlem-i şehadet ve mevcut hâzır eşya, intizâmlariyle ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor. Öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi, mânen hayatdar bir vücûd-u mânevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardır ki: Levh-i Kaza ve Kader vasıtasiyle o mânevî hayatın eseri, mukadderat namiyle görünür, tezâhür eder... * * * | |
|