(¯`·._.·İslam Yolu·._.·´¯)

İSLAM YOLU FORUM
Sitemize üye olarak hizmetlerimizden en iyi şekilde yararlanabilirsiniz.


10 Saniyede Üye Olmak İçin Tıklayın

Değerli Misafirlerimiz Forumumuza Hoşgeldiniz. Lütfen Bu Pencereyi Peygamber Efendimiz(S.a.v)'e Bir Salavat Getirerek Kapatınız.
"Allahumme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali seyyidina Muhammed"
(¯`·._.·İslam Yolu·._.·´¯)

İSLAM YOLU FORUM
Sitemize üye olarak hizmetlerimizden en iyi şekilde yararlanabilirsiniz.


10 Saniyede Üye Olmak İçin Tıklayın

Değerli Misafirlerimiz Forumumuza Hoşgeldiniz. Lütfen Bu Pencereyi Peygamber Efendimiz(S.a.v)'e Bir Salavat Getirerek Kapatınız.
"Allahumme Salli Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Ali seyyidina Muhammed"
(¯`·._.·İslam Yolu·._.·´¯)
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

(¯`·._.·İslam Yolu·._.·´¯)


 
AnasayfaPortalGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Giriş yap
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Beni hatırla: 
:: Şifremi unuttum
Çokul Dil Desteği
İslam Yolu
Esma'ul Husna
99 Allah'ın İsimleri
Takvim
Sesli Kur’an Dinle
Mealli Kur'an Dinleyelim
Kimler hatta?
Toplam 35 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 35 Misafir

Yok

Sitede bugüne kadar en çok 98 kişi Ptsi Tem. 31, 2017 10:56 am tarihinde online oldu.
En son konular
» **BİSMİLLAHİRRAHMENİRRAHİM**
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Çarş. Şub. 15, 2012 1:18 pm tarafından Helin

» Sohbetlerde Hikaye Örneklemeleri
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Şub. 26, 2011 10:54 am tarafından @bdulKadir

» Eşimi nasıl mum gibi yaparım?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Şub. 26, 2011 10:29 am tarafından @bdulKadir

» Koca hakkı
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Şub. 26, 2011 10:16 am tarafından @bdulKadir

» Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Şub. 26, 2011 10:09 am tarafından @bdulKadir

» Selamun Aleyküm
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Şub. 26, 2011 10:03 am tarafından @bdulKadir

» BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ... !!!
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Cuma Ara. 24, 2010 3:14 pm tarafından Helin

» Kurban Bayram Mubarek olsun!!!!!!!!!!!!!!
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Salı Kas. 16, 2010 8:14 pm tarafından Selma NUran

» Kadının Tek Başına Hacca Gitmesi
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Paz Ekim 24, 2010 9:41 pm tarafından İslam Yolu

» Kadının yalnız hacca gitmesi ve kasap olarak hacca gitme
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Paz Ekim 24, 2010 9:39 pm tarafından İslam Yolu

» Hamile kadın hacca gidebilir mi?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Paz Ekim 24, 2010 9:38 pm tarafından İslam Yolu

»  Tut Yüreğimin Ellerinden...
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Paz Ekim 24, 2010 4:10 pm tarafından nurunalanur

» Üstadın ailesinden birkaç kişinin kabri şerifleri
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Çarş. Ekim 20, 2010 11:40 am tarafından İslam Yolu

» Bediüzzamandır Bu
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Çarş. Ekim 20, 2010 11:38 am tarafından İslam Yolu

» ÜSTAD'A MEKTUP!
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Çarş. Ekim 20, 2010 11:36 am tarafından İslam Yolu

» Ana-babanın seksen hakkı
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Cuma Ekim 15, 2010 10:05 am tarafından İslam Yolu

» Evliliği kolaylaştırın
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Perş. Ekim 14, 2010 11:57 pm tarafından İslam Yolu

» Bir kıza gelen görücü, o kız olmazsa, onun kızkardeşi ile...
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:57 pm tarafından İslam Yolu

» Dinimize göre düğün nasıl olmalıdır?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:53 pm tarafından İslam Yolu

» Evlatlar arasinda ayrimcilik
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:51 pm tarafından İslam Yolu

» Evlilikte mutluluğun '9' sırrı
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:48 pm tarafından İslam Yolu

» 'Mutluluk' için 14 öneri
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:44 pm tarafından İslam Yolu

» Mutlu olmak isteyen eşlere tavsiyeler
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:40 pm tarafından İslam Yolu

» Eşinize seni seviyorum deyiniz...
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:28 pm tarafından İslam Yolu

» Yuvayı Yapmak da Yıkmak da Elinizde
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:26 pm tarafından İslam Yolu

» Hz. Yusuf (as)’a bütün insanlığın güzelliğinin yarısının verildiği, doğru mudur?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:18 pm tarafından İslam Yolu

» Sabah namazına kalkmanın veya kalkamamanın imanın gücüyle alakası var mıdır?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:16 pm tarafından İslam Yolu

» Camilere kadınların hayızlı iken girmesi caiz mi?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:14 pm tarafından İslam Yolu

» Bayanların bayan pantolonu giymesi haram mıdır?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:05 pm tarafından İslam Yolu

» Makyajlı olarak alınan abdest ve kılınan namaz geçerli olur mu?
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10C.tesi Ekim 09, 2010 10:00 pm tarafından İslam Yolu

En iyi yollayıcılar
İslam Yolu
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
Helin
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
nurunalanur
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
Ercan
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
ilayda
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
Songül
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
gülehasret
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
Sevda
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
Zeynep
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
hsn4767
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. EmptyASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. 3c500811ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty 
Hoş Geldiniz !
İslam Yolu Misafirleri

visitors map
Galeri
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty

 

 ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ ÎMANİYEDİR.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
nurunalanur
Sadık Kardeşimiz
Sadık Kardeşimiz
nurunalanur


Mesaje : 259
Puncte : 648
Reputatie : 6
Data de inscriere : 23/03/10

ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Empty
MesajKonu: ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ ÎMANİYEDİR.   ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA  RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ  ÎMANİYEDİR. Tiny-b10Ptsi Mayıs 03, 2010 10:42 am

ASÂ-YI MUSA'DAN

İKİNCİ KISIM

HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA RİSALESİ


ONBİR HÜCCET-İ ÎMANİYEDİR.












Bu risaleyi Ankara ehl-i vukufu çok takdir ettikleri gibi; bu defa da beraetimize ehemmiyetli bir sebep, ve küfr-ü mutlakı kıran en keskin ve yüksek ve kuvvetli bir hüccet-i katıa ve bürhan-ı bâhirdir.
SAİD NURSİ















(Sh:Asâ.89)

$



BİRİNCİ HÜCCET-İ ÎMÂNİYE

AYET-ÜL KÜBRA



Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatıdır.





بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيمِ

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
وَلَكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اَنَّهُ كَانَ حَلِيمَاً غَفُورًا






[Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye; bu kâinat Hâlikını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaâ ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvâtı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.]



Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh; ve gayet san'atkârane bir teşhirgâh, ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh; ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşâgâh; ve gayet mânidarane ve hikmetperverane bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken,





(Sh:Asâ.90)



en başta göklerin, nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür. "Bana bak, aradığını sana bildireceğim." der. O da, bakar görür ki:



Bir kısmı, Arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür'atli yüzbinler ecram-ı semâviyeyi direksiz düşürmeden durduran; ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran; ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden; ve Güneş ve Kamer'in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran; ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden; ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren; ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren; ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren; ve Arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezâhür-ü Rubûbiyyet; ve o Rubûbiyyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat bu azameti ve ihâtâtı ile o semâvat Hâlik'ının vücub-u vücuduna ve vahdetine; ve mevcudiyeti, semâvatın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder mânasiyle Birinci makam'ın Birinci Basamağında:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّمَوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ وَالتَّنْظِيمِ وَالتَّنْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ






denilmiştir.



Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahşer-i acaib olan feza, gürültü ile konuşarak bağırıyor; "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der.



O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki: Zemin ile âsuman ortasında muallâkda durdurulan bulut, gayet hakîmane ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti -yâni yaşamak ateşinin şiddetini- tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına



(Sh:Asâ.91)



yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra "Yağmur başına arş!" emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.



Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o câmid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat sultanından gelen emirleri dinler, bilir; ve hiçbirini geri bırakmıyarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyette zeminin bütün nüfuzlarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkihine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârâne ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam olunuyor...



Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki; güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânasında olduğundan, yağmura "rahmet" namı verilmiştir.



Sonra şimşeğe bakar ve ra'dı -gök gürültüsü- dinler, görür ki: Pek acîb ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.



Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: Atılmış pamuk gibi bu câmid,şuursuz bulut; elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadîr ve Rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def'aten meydana çıkar, iş başına geçer ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermaniyle, ve kuvvetiyle vakit bevakit cevv âlemini doldurup, boşaltır ve mütemadiyen, hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasına ve mahv ve isbat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir; ve gayet lütufkâr ve ihsanperver, ve gayet keremkâr ve Rubûbiyyetperver bir Hâkim-i Müdebbir'in tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, göz yaşlariyle, onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir; ve sünger gibi bahçelerine su serper; ve zemin yüzünü yıkar, temizler.



Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: "Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhiri suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve râhi-





(Sh:Asâ.92)



mane ve san'atkârane işler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedâhe isbat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm; ve gayet Hakîm ve Kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbâniyi dinler, itaât eder ki; bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyehatına; ve bilhassa seslerin: ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline; ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza -oksijen- gibi iki basit madeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbâni san'atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum."

Demek,وَتَصْرِيفُ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَاْلاَرْضِ âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle, hadsiz Rabbâni hizmetlerde istimal; ve bulutların teshiriyle, hadsiz Rahmâni işlerde istihdam; ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcibü'l-Vücud ve Kadir-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i Vel-İkram'dır der, hükmeder.



Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince rahmânî cilveler ve reşhaları mikdarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mîzan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza -hidrojen, oksijen- gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor.



Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm'in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor; ve nüzuliyle وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ âyetini maddeten tefsir ediyor.





(Sh:Asâ.93)



Sonra ra'dı dinler ve berk'e -şimşeğe- bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tamtamınaوَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ veيَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالاَبْصَارِ âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.



Evet hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvari pamuk- misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle, baş aşağı , gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. "Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın hârika işlerine bak. Sen, başı boş olmadığın gibi, bu hadiseler de başı boş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar."diye ihtar ediyorlar.



İşte bu meraklı yolcu, bu cevv'de; bulutu teshirden, rüzgârı tasrifden, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve âşikar şehadetini işitir, Âmentü Billah der. Birinci Makam'daki
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّصْرِيفِ وَالتَّنْزِيلِ وَالتَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ


fıkrası, bu yolcunun cevve dâir mezkûr müşâhedâtını ifade eder. (İhtar)



Sonra, o seyehat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, Küre-i Arz, lisan-ı haliyle diyor ki:



"Gökde, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğünm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku."

O da bakar, görür ki: Arz, meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle;

-----------------------

İ H T A R : Birinci Makamda geçen otuzüç merteb-i tevhidi bir parça içah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar bürhanlarına ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur'un, otuz, belki yüz risalelerinde; bu otuzüç mertebe delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.



(Sh:Asâ.94)



günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, Haşr-ı A'zamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüzbin envaını bütün erzak ve levazımatlariyle içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren, ve Güneş etrafında seyehat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.



Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtiyle Arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız bir tek sahife olan zîhayatın bahar faslında îcad ve idaresine bakar, müşahede eder ki: Yüzbin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor; ve gayet mu'cizâne, bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor; ve gayet müdebbirâne idare olunuyor; ve gayet müşfikâne iaşe ve it'am ediliyor; ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden ve çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor...



Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nevi' et'ime ve levazımat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedâhe bir Rahman-ı Rahîmin gayet müşfikâne ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu isbat eder.



E l h a s ı l: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, Haşr-i A'zamın yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle,


فَانْظُرْ اِلّى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ





âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin mânalarını mu'cizane ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ dediğini anladı.



İşte; Küre-i Arz'ın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden bir tek sahifenin yirmi vechinden bir tek vechinin muhtasar şehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı mânasında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makam'ın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:



(Sh:Asâ.95)

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوُاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا
وَمَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّرْبِيَةِ وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِىِ الْحَيَاتِ وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ






Sonra, o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan îmanı kuvvetlendirip ve manevi terakkiyatın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan Îman-ı Billâh hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; "sema", "cevv" ve "arz'ın" mükemmel ve kat'i derslerini dinlediği haldeهَلْ مِنْ مَزِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki:

Hayatdârane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, Arzı kuşatıp, Arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmibeş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde; ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakarlar, görür ki; gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevvellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır, basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadir-i Zülcelâl'in, bir Rahîm-i Zülcemâl'in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmane ve rahîmanedir, bilbedahe isbat eder ki; bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelâl-i Ve'l-İkram'ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, "Dört nehir Cennet'ten

(Sh:Asâ.96)

geliyorlar."diye rivayet edilmiş. Yâni; zâhiri esbabın pek fevkınde olduklarından, mânevî bir Cennet'in hazinesinden ve yalnız gaybî tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir.

Meselâ: Mısır'ın kumistanını bir Cennet'e çeviren Nil-i Mübarek, Cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer, mahzen altı kısmından bir kısım olmaz. Varidatı ise; o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i Arziye fevkınde bir gaybî Cennet'ten çıkıyor diye rivayeti, gayet mânidar ve güzel bir hakikatı ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarının ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil'icma, denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetleلآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ der; ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şâhidler gösterir diye anladı. Ve denizlerin, nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânasında, Birinci Makam'ın Dördüncü Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعُ الْبِحَارِ وَالاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالْمُحَافظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ اْلوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ



denilmiş.



Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, "Sahifelerimizi de oku" diyorlar. O da bakar görür ki:



Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ: Dağların zeminden emr-i Rabbâni ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş'et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalariyle teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasiyle ve menfeziyle teneffüs edip zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor.



Demek, nasılki sefineleri sarsıntıdan vikâye ve muvazenelerini muhafaza için; onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefi-





(Sh:Asâ.97)



nesinde bu mânada hazineli direkler olduklarını Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan:

وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا * وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ * وَالْجِبَالَ اَرْسَيهَا gibi çok âyetlerle ferman ediyor.



Hem meselâ: Dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi' menba'lar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakimâne ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr'in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm'in hazineleri ve anbarları ve hizmetkârları olduklarını isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ tevhidini dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, Âmentü Billâh der.



İşte bu mânayı ifade için, Birinci Makam'ın Beşinci Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الجِبَالِ وَالصَّحَارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَعَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ
اْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ اْلوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ اَلْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ


denilmiş.



Sonra o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı. O'nu içeriye çağırdılar: "Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku." dediler. O da girdi, gördü ki:



Gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın enva'ları; bil' icma, beraberلآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünki bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî haikatı gördü.



B i r i n c i s i: Pek zâhir bir surette kasdî in'am ve ikram ve ih-





(Sh:Asâ.98)



tiyarî bir ihsan ve imtinan mânası ve hakikatı herbirisinde hissedildiği gibi; mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.



İ k i n c i s i: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmıyan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir mânası ve hakikatı, o hadsiz enva' ve efradda gündüz gibi âşikâre görünüyor; ve bir Sâni-i Hakîm'in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.



Ü ç ü n c ü s ü: O hadsiz masnuâtın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mahdut ve mâdut ve birbirinin misli ve basit ve câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüz bin nevi'lerin fârikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışssız, hatâsız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki, Güneşten daha parlaktır; ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. "Elhamdülillâhi alâ ni'metil îman" dedi.



İşte bu mezkûr hakikatları ve şehadetleri ifade manasıyle, Birinci Makam'ın Altıncı Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِنْعَامِ وَالاِكْرَامِ وَالاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ وَالتَّصْوِيرِ بِاَرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّتِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ



denilmiş.





(Sh:Asâ.99)



Sonra, seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve mârifet-âşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, "Buyurun" dediler. O da girdi ve gördü ki:



Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevi'leri ve taifeleri ve milletleri, bil'ittifak, lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni'lerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir, ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyyetine şehadet getirdiklerine kat'î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatları müşahede etti.



B i r i n c i s i: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmıyan hiçten hakîmâne îcad; ve san'atperverâne ibda'; ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa; ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'un vücub-u vücuduna ve sıfat-ı seb'asına ve vahdetine şehadet eder.



İ k i n c i s i: O hadsiz masnu'lar biribirinden simaca fârikalı, zînetli ve miktarca mîzanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki; Kadir-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihâtalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimal yok.



Ü ç ü n c ü s ü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benziyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu'cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatâsız bir hey'ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

İşte bu üç hakikatın ittifakiyle, hayvanların bütün envaı, beraber öyle bir

(Sh:Asâ.100)

لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip şehadet getiriyorlar ki; güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam'ın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatları ifade mânasıyle:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى
وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ
الْحَيْوَانَاتِ وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَقُواَهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَلَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ اْلفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَائِهَا وَاَلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِالْاِرَادِةِ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَحَقِيقَةِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَتْعِيَةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بِيضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةِ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ


denilmiştir.



Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i İlâhiyyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:



Nev'i beşerin en nûranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler





(Sh:Asâ.101)



(Aleyhimüsselâm), bil'icma' beraberلآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip zikrediyorlar; ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu'cizatlarının kuvvetiyle; tevhidi iddia ediyorlar; ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları İman-ı Billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki: Meşahir-i insâniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlik-ı kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu'cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarı ile beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doğru zatların icma' ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat'i olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette bu kadar muhbir-i sâdıkların hadsiz mu'cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatı inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hatâ, bir cinâyet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azâba mestahak olduklarını anladı. Ve onları tasdik edip îman getirenler ne kadar haklı ve hakikatlı olduklarını bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.



Evet, Enbiyayı (Aleyhimüsselâm), Cenâb-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu'cizatlarından; ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlarından; ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemalâtlarından ve hakikatlı tâlimatlarından; ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i îmanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedâkarlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarından; ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittiba'lariyle hakikata, kemâlâta, nûra vasıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes'elelerde icmâı ve ittifâkı ve tevâtürü ve isbatta tevâfuku ve tesânüdü ve tetâbuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet, karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve îmanın erkânında umum enbiyayı (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı. Onların derslerinden çok feyz-i îmanî aldı. İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânasında Birinci Makam'ın Sekizinci Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الأَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمْ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ


denilmiş.



Sonra îmanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talib, Enbiya





(Sh:Asâ.102)



Aleyhimüsselâm'ın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'i ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (Aleyhimüsselâm) dâvalarını isbat eden ve asfiya sıddîkîn denilen mütebahhir müctehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki:



Binlerle dâhî ve yüzbinlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tedkikat-ı amikalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmâniyeyi isbat ediyorlar.



Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı îmaniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccetir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmıyan menfî mes'elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar...



Bu seyyah; bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyâde ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam'ın Dokuzuncu Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَآءِ بِقُوَّةِ
بَرَاهِينِهِمُ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ


denilmiş.



Sonra, îmanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisinde ki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukıyle tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irşadgâhda ve cadde-i kübra-yı Muhammedînin (A.S.M) ve mi'rac-ı Ahmedînin (A.S.M) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî Mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:





(Sh:Asâ.103)



O ehl-i keşf ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve keremetlerine istinaden bil'icma' müttefikan اِلَهَ اِلاَّ هُوَ لآ diyerek, vücub ve vahdet-i Rabbâniyyeyi ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî'nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatlı tarikatlar ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreblerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranî âriflerin icma' ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşahede etti ve enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevâfuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, Güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü. İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makam'ın Onuncu Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْاَوْلِيَآءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ المُصَدَّقَةِ


denilmiş.



Sonra kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, Îman-ı Billâhdan ve mârifetullahdan neş'et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmânın kuvvetinde ve mârifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:



Mâdem kâinatta en kıymetdar şey hayattır ve kâinatın mevcudatı hayata musahhardır; ve madem zîhayatın en kıymetdârı zîruhdur ve zîruhun en kıymetdarı zîşuurdur; ve madem bu kıymetdarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır.



Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semâvatın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M) Sahabelere görünen Hazret-i Cebrail (A.S) in temessülü gibi melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri tevatür suretinde eskidenberi nakl ve rivayet ediliyor. Öyle ise, keşki ben semâvat ehli ile dahi görüşseydim; onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünki, "Hâlik-ı kâinat hakkında en mühim söz onlarındır." diye düşünürken, birden semâvi şöyle bir sesi işitti: Mâdem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Mu'ciz'ül-Beyan olarak bütün Peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i îmâniyeye en evvel biz îman etmişiz.





(Sh:Asâ.104)



Hem, insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan ervah-ı tayyibe, bilâistisna ve bil'ittifak, bu kâinat Hâlikının vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbârâtın tevâfuku ve tetâbuku, Güneş gibi sana bir rehberdir, dediklerini bildi. Ve onun nur-u îmanı parladı. Zeminden göklere çıktı. İşte bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam'ın Onbirinci Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ اَلْمُتَمَثِّلِينَ لِاَنْظَارِ النَّاسِ وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمْ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ


denilmiştir.



Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan; ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki:



Onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: "Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikata giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki îman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden, mütalâamız ile istifade etmeliyiz." dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:



İstidatları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların îman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihâne itikadları, tevâfuk; ve sebatkârane ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetâbuk ediyor. Demek, tebeddül etmiyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar; ve kökleri, metin bir hakikata girmiş kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma'ları, hiç kopmaz bir zincir-i nûranîdir; ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir.



Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mü-





(Sh:Asâ.105)



bayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı îmaniyedeki müttefikane ve itmi'nankârane ve müncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevâfuk; ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor.



Demek, hakikate mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı mârifet-i Rabbâniyye ve bu câmi birer âyine-i samedâniyye olan nuranî kalbler, Şems-i Hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden Güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a'zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma'ları hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünki, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestailer dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber Âmentü Billâh dediler. İşte, bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği mârifet-i îmâniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam'ın Onüçüncü Mertebesinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وِبِقَنَاعَاتِهَا وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَآبِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ الاْسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ وَكَذا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ


denilmiş.



Sonra âlem-i gaybe yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yâni:



Mâdem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli san'atlı hadsiz masnu'lariyle kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü nihayetsiz ni'metleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve maharetli hesabsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha





(Sh:Asâ.106)



zâhir bir tarzda fiilen istiyen ve hâl diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve hâlen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir, Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde O'nu, O'nun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet, vücud ve tevhid, Allâmü'l-Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde, ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir; ve kelâmının mânası O'nu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, O'nu, sıfâtıyle bildiriyor.

Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle, ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklariyle; ve nev'i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası; ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu'cizatlariyle, hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu, bedahet derecesine geldiğini bildi; ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı.



B i r i n c i s i: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlâhidir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasiyle müdahele etmesi, Rubûbiyyetin muktezasıdır.



İ k i n c i s i: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.



Ü ç ü n c ü s ü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakiki insanların münâcatlarına ve şükürlerine, fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmiyle de mukabele etmek, Hâlikıyyetin şe'nidir.



D ö r d ü n c ü s ü: İlim ile hayatın zaruri bir lâzımı ve ışıklı bir tezâhürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihâtalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zatta, ihâtalı ve sermedî bir surette bulunur.





(Sh:Asâ.107)



B e ş i n c i s i: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtac ve sâhibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına; acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zat, elbette kendi vücudunu onlara tekellümü ile iş'ar etmek, Ulûhiyyetin muktezasıdır.



İşte: Tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânîve iş'ar-ı Samedânî hakikatlarını tazammun eden umumî, semavî vahiylerin, icma ile, Vâcibü'l-Vücud'un vücuduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki Güneş'in şuââtının Güneş'e şehadetinden daha kuvvetlidir, diye anladı.



Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi' mükâleme-i Rabbâniyyedir, fakat iki fark vardır.



Birincisi : İlhamdan çok yüksek olan vahyin, ekseri melâike vasıtasiyle; ve ilhamın, ekseri vasıtasız olmasıdır. Meselâ:



Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yâverini, bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.



İkincisi : Sultanlık unvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsiyle, hususî bir münasebeti ve cüz'i bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile, veya bir âmi raiyyetiyle ve hususî telefoniyle hususî konuşmasıdır.



Öyle de; Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlikı unvaniyle, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlariyle mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin herbir zîhayatın Rabbi ve Hâliki olmak haysiyetiyle, hususî bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.



İkinci fark: Vahiy; gölgesizdir, sâfidir, havassa hasdır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumîdir; melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşid çeşid, hem pekçok enva'lariyle, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رِبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى


âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.





(Sh:Asâ.108)



Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti, ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.



B i r i n c i s i: Tevveddüd-ü İlâhî denilen, kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, Vedûdiyyetin ve Rahmâniyyetin muktezasıdır.



İ k i n c i s i: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, Rahîmiyyetin şe'nidir.



Ü ç ü n c ü s ü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi' konuşması hükmünde olan ilhâmî kaviller ile de imdada yetişmesi, Rubûbiyyetin lâzımıdır.



D ö r d ü n c ü s ü: Çok âciz ve çok zaif; ve çok fakir ve ihtiyaçlı; ve kendi mâlikini ve hâmisini ve Müdebbirini ve Hafîzini bulmağa pekçok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnu'larına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi' mükâleme-i Rabbâniyye hükmünde sayılan bir kısım sâdık ilhamlar perdesinde, mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihde, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i Ulûhiyyetin ve rahmet-i Rubûbiyyetin zarurî ve vacib bir muktezasıdır; diye anladı.



Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki Güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı; ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfâtı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misâlinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyinede ve her parlak şeylerde ve cam parçalarında ve kabarcıklarda ve katrelerde hattâ şeffaf zerrelerde herbirinin kabiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar, Güneş'in vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi... aynen öyle de:



Ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemal Hâlik-ı Zîşânı olan Şems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhît olarak herşey'in kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual, bir suale; bir iş, bir işe; bir hitab bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar ve ilhamlar, birer birer ve beraber bil'ittifak o Şems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve Vahdetine ve Ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.





(Sh:Asâ.109)



İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i mârifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makam'ın Ondördüncü ve Onbeşinci mertebelerinde:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ
جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزَّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاتِ عِبَادِهِ وَلِلْعِشَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ وَكَذَا دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ وَلِلْاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لِاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلْاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ




denilmiştir.

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: Mâdem bu kâinatın mevcudatıyle Mâlikimi ve Hâlikimi arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru, ve a'dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve ondört asrı fazileti ile ve Kur'an'ı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâm'ı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadet'e beraber gitmeliyiz diyerek, akliyle beraber o asra girdi, gördü ki:



O asır hakikâten, o Zât (A.S.M) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünki en bedevî, en ümmî bir kavmi, getirdiği Nur vasıtasiyle, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.



Hem kendi aklına dedi : Biz, en evvel, bu fevkalâde Zâtın (A.S.M) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlikımızı ondan sormalıyız, diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat'i delillerden, burada, yalnız "Dokuz Külliyeti" ne birer kısa işaret edilecek:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ASÂ-YI MUSA'DAN İKİNCİ KISIM HÜCCETÜLLAH-ÜL BÂLİĞA RİSALESİ ONBİR HÜCCET-İ ÎMANİYEDİR.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İKİNCİ HÜCCET-İ İMANİYE
» BİRİNCİ HÜCCET-İ ÎMÂNİYE devamı
» ONBİR BİN SALAVAT GÜCÜNDE BİR SALAVAT

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
(¯`·._.·İslam Yolu·._.·´¯)  :: RİSALE-İ NUR'DAN DAMLALAR :: ASA-YI MUSA-
Buraya geçin: