(Sh:Asâ.110)
B i r i n c i s i: Bu Zât'da (A.S.M) - hattâ düşmanlarının tasdiki ile dahi,- bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması; ve
وَانْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatıyla, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucu ile a'dasının ordusuna attığı az bir toprak , umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat'i ile ve bir kısmı tevatür ile yüzer mu'cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu'cizattan üçyüzden ziyade bir kısmı, Ondokuzuncu Mektup olan Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M) namındaki hârika ve kerametli bir risalede kat'i delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:
Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu'cizat-ı bâhiresi bulunan bir Zât (A.S.M), elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil.
İ k i n c i s i: Elinde, bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu; ve o fermanı her asırda üçyüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri; ve o ferman olan Kur'an-ı Azîmüşşân'ın, yedi vecihle hârika olmasıdır. Ve bu Kur'an'ın, kırk vecihle mu'cize olduğu ve kâinat Hâlik'ının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmibeşinci Söz, ve Mu'cizat-ı Kur'aniye namlarındaki Risale-i Nur'un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir Zatta (A.S.M) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.
Ü ç ü n c ü s ü: O zât (A.S.M), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir dâvet ve bir îman ile meydana çıkmış ki; onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünki: Ümmî bir Zât'ta (A.S.M) zuhur eden o şeriat, ondört asrı ve nev-i beşerin, humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlariyle idare etmesi emsâl kabul etmez.
Hem, ümmî bir Zât'ın (A.S.M) ef'al ve akvâl ve ahvalinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi, ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve mâden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.
Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envaında en ileri olması..ve herkesten ziyade takvada bulunması..ve Allah'tan korkması..ve fevkalâde daimi mücahedat
(Sh:Asâ.111)
kalâde daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tamtamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmiyerek, ve tam mânasiyle ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görülmemiş.
Hem binler dua ve münâcatlarından Cevşenü'l-Kebir ile, öyle bir mârifet-i Rabbaniyye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i mârifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcatın başında, Cevşenü'l-Kebirin doksandokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen'in dahi misli yoktur diyecek.
Hem, tebliğ-i Risalette ve nâsı hakka dâvette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; büyük devletler, büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde; zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi; ve tek başiyle bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması; ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki, tebliğ ve dâvette dahi misli olmamış ve olamaz.
Hem îmanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yâkin ve mu'cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne îtikadına, ne îtimadına, ne itmi'nanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi; ve maneviyatta ve merâtib-i îmâniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, Onun, her vakit, mertebe-i îmanından feyz almaları ve O'nu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, îmanı dahi emsalsizdir.
İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mu'cizane bir îman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı, ve aklı dahi tasdik etti.
D ö r d ü n c ü s ü: Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zât'ın (A.S.M) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki, Enbiya Aleyhimüsselâm'ın doğruluklarına ve Peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa, O Zât'da (A.S.M) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile, Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuflarında bu Zât'ın (A.S.M) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işârâtından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektupta güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle yani
(Sh:Asâ.112)
nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvasını imza ediyorlar; ve lisan-ı kal ve icma' ile vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu Zât'ın sâdıkıyetine şehadet ediyorlar, diye anladı.
B e ş i n c i s i: Bu Zât'ın düsturlariyle ve terbiyesi ve tebaiyyetiyle ve arkasından gitmeleriyle; hakka, hakikata, kemâlâta, kerâmete, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi; üstadları olan bu Zât'ın sâdıkıyetine ve risaletine, icma' ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını, nur-u velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u îman ile, ya ilmeyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn îtikad ve tasdik etmeleri; üstadları olan bu Zât'ın, derece-i hakkaniyet ve sâdıkıyetini Güneş gibi gösterdiğini gördü.
A l t ı n c ı s ı: Bu Zât'ın ümmîliğiyle beraber; getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyyenin dersiyle ve tâlimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü'minin, bu Zât^ın üssü'l-esas dâvası olan vahdâniyyeti kuvvetli bürhanlariyle bil'ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallîm-i ekberin ve bu üstâd-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifak ile şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sâdıkıyetidir. Meselâ Risale-i Nur, yüz parçasiyle, bu Zât'ın sadâkatinin bir tek bürhanıdır.
Y e d i n c i s i: Âl ve Ashab namında, ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru, ve en muhterem ve en namdarı, ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zât'ın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde; bu Zât'ın, dünyada en sâdık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatlı olduğuna ittifak ile ve icma' ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli îmanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.
S e k i z i n c i s i: Bu kâinat, nasılki kendini îcad ve idare ve tertip eden, ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder; öyle de: Kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlâhiyyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilan edecek ve o kitab-ı kebîrin mânalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sâdık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade
(Sh:Asâ.113)
yapan bu Zât'ın hakkaniyetine, ve bu kâinat Hâlik'ının en yüksek ve sâdık bir me'muru olduğuna şehadet ettiğini bildi.
D o k u z u n c u s u: Mâdem bu san'atlı ve hikmetli masnûatıyla kendi hünerlerini ve san'atkârlığının kemâlâtını teşhir etmek; ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız ni'metleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev'ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbânî it'amlar ve ziyafetler ile, kendi rubûbiyyetine karşı minnettarâne ve müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyyet ile kendi Ulûhiyyetini izhar ederek, o Ulûhiyyetine karşı îman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlar ile zâlimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zât'ın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi; ve O'nun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden, ve daima o Hâlik'ının namına hareket eden, ve O'ndan istimdat eden, ve muvaffakiyet isteyen, ve O'nun tarafından imdada ve tevfika mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu Zât olacak (A.S.M)...
Hem aklına dedi: Mâdem bu mezkur dokuz hakikatlar bu Zât'ın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, benî -âdemin medar-ı şerefi ve bu alemin medar-ı iftiharıdır; ve O'na, Fahr-i âlem ve Şeref-i benî-âdem denilmesi pek lâyıktır; ve O'nun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur'an-ı Mu'cizü'l_Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı arzı istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim Zât budur; Hâlik'ımız hakkında en mühim söz, O'nundur.
İşte gel, bak: Bu hârika Zât'ın yüzer zâhir ve bâhir kat'i mu'cizelerinin kuvvetine, ve dinindeki binler âli ve esaslı hakikatlarına istinaden, bütün dâvalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delâlet ve şehadet, ve o Vâcibü'l-Vücudu isbat ve ilân ve i'lam etmektir.
Demek; bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlik'ımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen Zât'dır ki; O'nun şehadetini te'yid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma' var:
B i r i n c i s i: "Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmiyecek" diyen, İmam-ı Ali (radıyallahü anh); ve yerde iken Arş-ı A'zamı ve İsrâfil'in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A'zam (K.S) gibi keskin nazar
(Sh:Asâ.114)
ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmiyle şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-ı nurâniyenin icma' ile tasdikleridir.
İ k i n c i s i: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitapsız, ve Fetret Asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve mâlûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak; Şarktan Garba kadar cihanpesendane idare eden, ve Sahâbe namiyle dünyada nâmdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli îmanla tasdikleridir.
Ü ç ü n c ü s ü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmasının tevâfukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek; bu Zâtın Vahdâniyyete şehadeti şahsî ve cüz'i değil, belki, umumî ve küllî sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa, karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir, diye hükmetti.
İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makam'ın Onaltıncı Mertebesinde böyle:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ الاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ
وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اَدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاَنِهِ وَحِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَكَثْرَةِ كَمَالَاتِهِ وَعُلْوِيَّةِ اَخْلَاقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَآئِهِ وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأَتِ مُعْجِزَاتِهِ الظَّاهِرَاةِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وِبِقُوَّةِ اَلاَفِ حَقَآئِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ اَلِهِ ذَوْىِ اْلاَنْوَارِ وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوىِ الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ
denilmiştir.
(Sh:Asâ.115)
Sonra bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı îmân olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: Aradığımız Zât'ın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en Hâkim ve ona teslim olmıyan herkese, her asırda meydan okuyan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat, en evvel bu kitap, bizim Hâlik'ımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır diye taharriye başladı. Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel mânevî i'câz-ı Kur'aniyenin lem'aları olan Risale-i Nur'a baktı ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ı Furkâniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-ı Kur'aniyeyi mücâhidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur'an, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Resaili'n-Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektubun âhiri, Kur'an'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş...
Kur'an'ın vech-i i'cazını ve hak kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risaleti'n-Nur'a havale ederek yalnız kısa bir işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.
B i r i n c i N o k t a: Nasılki, Kur'an bütün mu'cizatiyle ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikıyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir mu'cizesidir. Öyle de; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu'cizatiyle ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur'an'ın bir mu'cizesidir ve Kur'an Kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.
İ k i n c i N o k t a: Kur'an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlı bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâb yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, ondört asır müddetinde her dakikada altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemâl-i ihtiramla hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor; ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata, hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu'cizedir.
Ü ç ü n c ü N o k t a: Kur'an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belağat göstermiş ki, Kâbe'nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediblerin "Muallekat-ı Seb'a" namiyle şöhretşiar kasidelerini o dereceye in-
(Sh:Asâ.116)
dirdi ki, Lebid'in kızı, babasının kasidesini Kâbe'den indirirken demiş: "Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı."
Hem bedevî bir edib:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. O'na demişler "Sen müslüman mı oldun?" O demiş, "Hayır, ben bu âyetin belâğatına secde ettim."
Hem ilm-i belâğatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşeri gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma' ve ittifakla karar vermişler ki: "Kur'an'ın belâğatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir, yetişilmez."
Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enaniyetli ve ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: "Ya birtek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz." diye ilân ettiği halde o asrın muannid beliğleri birtek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem, Kur'an'ın dostları, Kur'an'a benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur'an'a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor, Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdî adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur'an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkınde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâğatı umumun fevkındedir." Hattâ bir adam
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: "Bu âyetin hârika telâkki edilen belâğatını göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle." O da kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ı âlem, perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'an'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü. Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezeli nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde başta semâvat ve arz olarak umum mahlûkatı hayatdarane
(Sh:Asâ.117)
zikir ve tesbihde ve vazife başında cûş u hurûşla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti ve bu âyetin derece-i belâğatını zevkederek sair âyetleri buna kıyasla Kur'an'ın zemzeme-i belâğatı arzın nısfını ve nev'i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâ-fâsıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
D ö r d ü n c ü N o k t a: Kur'an, öyle hakikatlı bir halâvet göstermiş ki, en tatlı birşeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur'anı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği eski zamandan beri herkesce müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye Ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, O, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.
B e ş i n c i s i: Kur'an'ın bir cenahı mâzide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski Peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu, onları tasdik ve te'yid ettiği ve onlar dahi tevâfukun lisan-ı hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarikatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur'an'ın, ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.
A l t ı n c ı s ı: Kur'an'ın altı ciheti nuranîdir, sıdk ve hakkaniyeti gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri; üstünde sikke-i i'caz lem'aları; önünde ve hedefinde, saadet-i dareyn hediyeleri; arkasında nokta-i istinadı, vahy-i semâvî hakikatları; sağında, hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri; solunda, selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itmi'nanları ve samimî incizabları ve teslimleri, Kur'an'ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal'a-i semâviye-i arziye olduğunu isbat ettikleri gibi, altı makamdan dahi O'nun ayn-ı hak ve sâdık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterîleri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur'an'a âlemde en makbul, en
(Sh:Asâ.118)
yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle O'nu tasdik ve imza ettiği gibi, İslâmiyetin menbaı ve Kur'an'ın tercümanı olan Zât'ın (A.S.M) herkesten ziyade O'na îtikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimânede bulunması ve sair kelâmları O'na yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hâdisat-ı kevniyeyi, gaybiyâne Kur'an ile tereddütsüz ve itmi'nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmiyen o tercümanın bütün kuvvetiyle Kur'an'ın herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey O'nu sarsmaması, Kur'an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlik-i Rahîm'inin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem, nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzâmı, göz önündeki o Kur'an'a müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştâkane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vâkıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhânilerin dahi, tilâveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur'an'ın kâinatça makbûliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev'-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur'an'ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerler fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübrânın müçtehidleri ve Usûl-üd-din ve İlm-i Kelâm'ın dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur'an'dan istihrac etmeleri, Kur'an menba-ı hak ve mâden-i hakikat olduğuna bir imzadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -İslâmiyete girmeyenler- şimdiye kadar muârazaya pekçok muhtaç oldukları halde Kur'an'ın i'cazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatının (tek bir sûrenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muâraza ile şöhret kazanmak istiyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin O'nun hiçbir vech-i i'câzına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur'an, mu'cize ve tâkat-i beşerin fevkınde olduğuna bir imzadır. Evet, bir kelâm, "kimden gelmiş ve kime gelmiş ve niçin?" denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâğat tezahür etmesi noktasında Kur'an'ın misli olamaz ve O'na yetişilemez. Çünki: Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlik'ının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmıyan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlûkatın namına meb'us ve nev'-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs'at-i îmanı, koca İslâmi-
(Sh:Asâ.119)
yeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara ait mesâili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imânını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan san'atkârı tavriyle ifade ve tâlim eden Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan'ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i'câzına yetişilmez.
Hem, Kur'an'ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ulemânın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur'andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âli mânaları ve umûr-u gaybiyenin her nev'inden kesretli gaybî ihbarları izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur'un yüzotuz kitabının herbiri, Kur'an'ın bir meziyetini, bir nüktesini kat'i bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur'an'dan istihraç eden Yirminci Söz'ün İkinci Makamı ve Risale-i Nura ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını bildiren İşârât-ı Kur'aniye namındaki Birinci Şuâ ve Huruf-u Kur'aniye, ne kadar muntazam , esrarlı ve mânalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semâniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth'in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu'cizeliğini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur'un her bir cüz'ü Kur'an'ın bir hakikatını, bir nurunu izhar etmesi; Kur'an'ın misli olmadığına ve mu'cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâm-ül-Guyûb'un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur'an'ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hâkimiyet-i nurâniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi binüçyüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'an'ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti on'dan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış, diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi: "İşte böyle her cihetle mu'cizatlı bu Kur'an; surelerinin icmâiyle ve âyâtının ittifakıyle ve envârının tevâfukiyle ve semerat ve âsârının tetabukiyle birtek Vâcib-ül-Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmâsına delillerle isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i îmânın hadsiz şehadetleri, O'nun şehadetinden tereşşüh etmişler."
(Sh:Asâ.120)
İşte bu yolcunun Kur'an'dan aldığı ders-i tevhid ve îmân kısa bir işaret olarak Birinci Makamın Onyedinci Mertebesinde böyle:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلْقُرْاَنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانْ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَالاِنْسِ وَالْحَآنِّ الْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانُ الدَّآئِمُ سَلْطَنتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ وَعَلَى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانُ وَالْجَآرِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِى اْلاَرْضِ وَخُمْسِ اْلبَشَرْ فِى اَرْبَعَةِ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اِحْتِشَامِ .. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِةِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَبِاِتِّفَاقِ اَيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلَهِيَّةِ وَبِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَاَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاَثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ
denilmiştir.
Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran; ve bir fânî adama, ebedî bir hayatın levâzımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir biçâreyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymetdar sermaye-i insaniyenin îman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:
"Haydi, ileri!" Îmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın hey'et-i mecmuasına müracaat edip, "O da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz." diye, Kur'andan aldığı geniş ve ihâtalı bir dürbün ile baktı, gördü:
Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki; mücessem bir kitab-ı Sübhanî ve cismanî bir Kur'an-ı Rabbânî ve müzeyyen bir saray-ı Same-
(Sh:Asâ.121)
danî ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları; hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları; umumunun, her vakit mânidarane mahv ve isbatları ve hakîmâne tağyir ve tahvilleri; icma' ile, bir Alîm-i Küll-i Şey'in ve bir Kadîr-i Küll-i Şey'in ve bir musannifin, herşeyde herşey'i gören ve herşey'in herşey'i ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi; bütün erkân ve envaiyle ve ecza ve cüz'iyatiyle ve sekeneleri ve müştemilâtiyle ve vâridat ve masârıfatiyle ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecditleriyle, bil'ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli bir ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasib iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini isbat ediyorlar.
Birinci Hakikat : Usûlü'd-Din ve İlm-i Kelâm'ın dâhi ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri hudûs ve imkân hakikatlarıdır.
Onlar demişler ki: "Mâdem, âlemde ve herşeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. Mâdem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni' var. Ve mâdem herşey'in zâtında vücudu ve ademi bir sebep bulunmazsa müsavidir, elbette vacib ve ezelî olamaz. Ve mâdem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini îcad etmek mümkün olmadığı kat'i bürhanlarla isbat edilmiş, elbette öyle bir Vâcibü'l-Vücud'un mevcudiyeti lâzımdır ki: Nazîri mümteni', misli muhal, ve bütün mâadâsı mümkün, ve masivası mahlûku olacak."
Evet hudus hakikatı, kâinatı istilâ etmiş, çoğunu göz görüyor; diğer kısmını akıl görüyor. Çünki: Gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi' nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan; ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a'mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Hâfiz-i Zülcelâl'in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüzbin misâli ve nûmune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri îcad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı,
(Sh:Asâ.122)
işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetinin bir misâlini gösteriyorlar.
Hem; hey'et-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus, o kadar muntazam cereyan ediyor; ve o vefat ve hudusda, gayet intizam ve mizanla o kadar nevi'lerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar; ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.
İşte; bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla, ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve îcad edip, Rabbânî maksadlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde Kadîrane istimal ve Rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe, Güneş gibi akıllara görünüyor. Hudus mesâilini Risale-i Nur'a ve muhakkîkîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz...
Amma imkân ciheti ise: O da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünki, görüyoruz ki herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerrattan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki; o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasib o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevi'leri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua, o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, hey'et ve sûret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdâs edici bir Vâcibü'l-Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine; ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n, O'ndan gizlenmediğine, ve hiçbir şey O'na ağır gelmediğine; ve en büyük bir şey, en küçük bir şey gibi O'na kolay geldiğine; ve bir baharı bir ağaç kadar, ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle îcad edebildiğine işaretler ve delâ-
(Sh:Asâ.123)
letler ve şehadetler, imkân hakikatından çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.
Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözler, ve Yirminci ve Otuzüçüncü Mektuplar tamamiyle isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.
Kâinatın hey'et-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını isbat eden:
İ k i n c i H a k i k a t: Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise, hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeğe çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatı görünüyor. Meselâ: Unsurları, zîhayatın imdadına... hususan bulutları, nebatatın mededine... ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise, insanların muavenetine, ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine... ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrât-ı bedeniyenin tâmirine koşmaları gibi, teshîr-i Rabbânî ile ve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-ı teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabb'ül-Âlemîn'in umumî ve, Rahîmâne Rubûbiyyetini gösteriyorlar.
Evet; câmid ve şuursuz ve şefkatsiz olan, ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-ı Zülcelâl'in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.
İşte kâinatta câri olan teâvün-ü umumî, seyyârattan tâ zîhayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semâvâtın yaldızlı yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin, ve kehkeşandan ve Manzume-i Şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim, ve Güneş ve Kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatların büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını isbat ve teşkil ederler. Mâdem Risale-i Nur bu büyük şehadeti isbat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
(Sh:Asâ.124)
İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i îmânîye kısa bir işaret olarak Birinci Makam'ın Onsekizinci Mertebesinde böyle:
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ هَذِهِ الْكَائِنَاتُ اْلكِتَابُ اْلكَبِيرُ الْمُجَسَّمْ وَالْقُرْاَنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمُ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمْ وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاَيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحَرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ وَاِتِّفَاقِ اَزْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَآئِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ واْلاْمْكَانِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَآءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّعَاوُنِ وَالتَّجَاوُبِ وَالتَّسَانُدِ وَالتَّدَاخُلِ وَالْمَوَازَنَةِ وَالْمُحَافَظَةِ فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ
denilmiştir.
Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve onsekiz adet mertebelerden çıkan ve arşı-ı hakikate yetişen bir mi'rac-ı îmânî ile gaibane mârifetten hâzırane ve muhâtabâne bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fâtiha-i Şerîfede, başından tâ
اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh-ü sena ile bir huzur gelip
اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şey'i gösteren Güneşi, Gü-
(Sh:Asâ.125)
neşden sormak gerektir. Evet, her şey'i gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise Şemsin şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlik'ımızın esmâ-i hüsnâsiyle ve Sıfât-ı Kudsiyesiyle, O'nu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.
Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu, ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi, ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarından ve pek çok uzun tafsilâtından yalnız iki hakikatı icmâl ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.
B i r i n ci H a k i k a t: Bilmüşahede gözümüzle görünen, ve muhit ve daîmî ve muntazam ve dehşetli, ve semavî ve arzî bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplıyan faaliyet-i müstevliye hakikatıdır, ve o her cihetle hikmetmedar faaliyet hakikatinin içinde, tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatının bilbedahe hissedilmesi, ve o her cihetle, rahmet-feşan tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatinin içinde, tebârüz-ü Ulûhiyyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.
İşte; bu Hâkimane ve Hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadir ve Alîm'in ef'âli görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef'ali Rabbâniyyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan Esmâ-i İlâhiyye hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celâldârâne ve cemalperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâ'dan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb'a-i kudsiyenin, ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır. Ve bu yedi kudsî sıfâtın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semiâne, hem basîrâne, hem mürîdâne, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü'l Vücud'un ve bir müsemma-i Vâhid-i Ehad'in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed'in mevcudiyeti Güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki îman gözüne görünür gibi kat'î bilinir. Çünki: Güzel ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hâne, bedahetle, yazmak ve yapmak fiillerini; ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazıcı ve dülger namlarını; yazıcı ve dülger ünvanları ise, bedahetle, kitabet ve dülgerlik san'atlarını ve sıfatlarını; ve bu san'at ve sıfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtı istilzam eder ki, mevsuf ve sâni' ve müsemma ve fâil olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san'atkârsız bir san'at dahi mümkün değildir.
İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat; bütün mevcudatiyle beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile-Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşe'leri olan binbir esmâ-i İlâhiyyeyi had-
(Sh:Asâ.126)
siz cilveleriyle, ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı sübhâniyyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların mâdeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemâller dahi, ef'âl-i Rabbaniyyenin ve Esmâ-i İlâhiyyenin ve Sıfât-ı Samedâniyyenin ve şuûnât-ı Sübhâniyyenin, kendilerine lâyık ve muvâfık kudsî cemallerine ve kemallerine, ve hepsi birden, Zât-ı Akdes'in kudsî cemâline ve kemâline bedahetle şehadet ederler.
İşte, faaliyet hakikatı içinde tezahür eden Rubûbiyyet hakikatı: İlim ve hikmetle halk ve îcad ve sun' ve ibda'; nizam ve mîzan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir; kasd ve irade ile tahvil ve debdil ve tenzil ve tekmil; şefkat ve rahmetle it'am ve in'am ve ikram ve ihsan gibi şuûnâtiyle ve tasarrufatiyle kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü Rubûbiyyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan Ulûhiyyetin tebarüz hakikatı dahi, esma-i hüsnânın rahîmane ve kerîmâne cilveleriyle ve "Yedi Sıfât-ı Subûtiyye" olan; "Hayat", "İlim", "Kudret", "İrade", "Sem'", "Basar" ve "Kelâm" sıfatlarının celâlli ve cemâlli tecillileriyle kendini tanıttırır, bildirir.
Evet, nasılki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdesi tanıttırır; öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san'atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi bildirir; ve kâinatı baştan başa bir fürkan-ı cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelâl'i tavsif ve târif eder.
Ve ilim sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mîzanlı olan bütün masnuat miktarınca, ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince mevsufları olan bir tek Zât-ı Akdes'i bildirir.
Ve hayat sıfatı ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mîzanlı ve zînetli suretler, haller, ve sâir sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şâhid göstererek, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'u bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir.
Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar Zât-ı Akdes'i bildirir, tanıttırır.
Hem o sıfatlar, Zât-ı Zülcelâl'in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zât'ın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünki, Bilmek, hayatın alâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir. İhtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin işidir.
İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat ka-
(Sh:Asâ.127)
dar delilleri, ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki; bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i A'zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur, bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz...
İ k i n c i H a k i k a t: Sıfat-ı Kelâm'dan gelen tekellüm-ü İlâhîdir.
لَوْكَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى âyetinin sırrıyle: Kelâm-ı İlâhî, nihayetsizdir. Bir Zât'ın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder. Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu Risalenin Ondördüncü ve Onbeşinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle; ve geniş bir şehadeti dahi, Onuncu Mertebesinde işaret edilen Kütüb-ü Mukaddese-i Semâviye cihetiyle; ve çok parlak ve câmi bir diğer şehadeti dahi, Onyedinci Mertebesinde Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip; o hakikatı, mu'cizane ilân eden ve şehadetini sair hakikatların şehadetleriyle beraber ifade eden
شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.
İşte bu yolcunun, bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir meâline bir işaret olarak, Birinci Makamın Ondokuzuncu Mertebesinde:
(Sh:Asâ.128)
لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ لَهُ الأَسْمَآءُ الْحُسْنَى وَلَهُ الصِّفَاتُ اْلعُلْيَا وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى اَلَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةُ وَجَمِيعِ اَسْمَآئِهِ الْحُسْنَى الْمُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُنَاتِهِ وَاَفْعَاَلِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فِى دَوَامِ الْفَعَالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِاِرِادَةٍ وَقُدْرَةٍ وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمِةٍ وِبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَالاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمُوَازَنَةِ وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارٍ - شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
denilmiştir.
[Bu "Âyetül-Kübrâ"nın 33 mertebeden müteşekkil tamamı, hârikulâde mukaddemesi ile birlikte müstakil olarak neşredilmiştir. Buraya kısmen konulmuş.]
* * *