İKİNCİ HÜCCET-İ İMANİYE
(OTUZİKİNCİ SÖZ'ÜN BİRİNCİ MEVKIFI)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ
وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِ وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ
[Bir Ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin onbir cümlesinin herbirinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız لاَشَرِيكَ لَهُ 'deki mânayı, basit, avamın fehmine gelecek bir muhavere-i temsîliyye ve bir münazara-i faraziyye tarzında ve lisan-ı hâli, lisan-ı kal suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymetdar kardaşlarımın ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:] Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi, umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farzediyoruz ki: O şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden bir şey'e Rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâva etmektedir.
İşte o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lisaniyle ve felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisaniyle ve hikmet-i Rabbâni-
(Sh:Asâ.130)
diliyle der ki: "Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnûa girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende, ilim ve kudret varsa, hem, benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Hâşiye) iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa... hem kemâl-i intizam ile, cüz olduğum mevcutlara, meselâ: Kandaki küreyvât-ı hamrâya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dâva et; beni, Cenâb-ı Hak'tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi, müdahele dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki: Nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz."
O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: "Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun." Zerre ona cevaben der: "Eğer, güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâva ederdim. Haydi def'ol git, sen benden iş bulamazsın!"
İşte şeriklerin vekili, zerreden me'yus olunca, küreyvât-ı hamrâdan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisaniyle der ki: "Ben sana Rab ve mâlikim." O küreyvât-ı hamrâ, yâni yuvarlak kırmızı mevcut, ona hakikat lisaniyle ve hikmet-i İlâhiyye dili ile der: "Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve me'muriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvanda bir mâna bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve
_________________
(Hâşiye) Evet, müteharrik herbir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i Samediyyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlariyle dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zaptederler. Kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmiyen masnûat ise; nebatattan nücum-u sevâbite kadar, birer mühr-ü vahdaniyyet hükmündedirler ki: Bulunduğu mekânı, kendi sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.
Demek herbir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyyet, birer sikke-i vahdettirler ki: Mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni'lerinin mektubu olduğunu gösterirler.
ELHASIL : Herbir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zapteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmıyan, birtek zerreye Rab olamaz.
(Sh:Asâ.131)
kör kuvvetle, değil mâlik olmak, belki zerre miktar karışamazsın. Çünki bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki ancak herşey'i görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki; senin ile, senin böyle karmakarışık sözlerine cevap vermeğe vaktim yok" der, onu tardeder.
Sonra, onu kandıramadığı için o müddeî gider, bedendeki hüceyre tâbir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisaniyle der: "Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya söz anlattıramadım; belki sen sözümü anlarsın. Çünki sen, gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnûum ve ben sana hakikî mâlikim." der. O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisaniyle der ki:
"Ben, çendan küçücük bir şey'im. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve hey'et-i mecmuasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle: Evride ve şerâyin damarlarına ve hassase ve muharrike âsablarına ve câzibe, dâfia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san'atca ve keyfiyetce birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrat-ı bedeniyeye tasarruf edecek nâfiz bir kudret, şâmil bir hikmet, sende varsa göster, sonra ben seni yapabilirim diye dâva et. Yoksa haydi git! Küreyvât-ı hamrâ, bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ da, bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme. Hem senin gibi âciz, câmid, sağır, kör bir şey, bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünki: Bizde o derece ince ve nâzik ve mükemmel bir intizam (Hâşiye) var ki; eğer bize hükmeden bir Hakîm-i
_____________
(Hâşiye): Sâni-i Hâkim, beden-i insanı, gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar. Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halkedilmiş. Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (Tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile, sür'atli bir vaziyet-i acîbe alırlar. Kanın hey'et-i mecmuası ise: İki vazife-i umumiyyesi var. Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tâmir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki: Biri sâfi kanı getirir; dağıtır, sâfi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise: Kanı, "Ree" denilen nefesin geldiği yere getirirler.
Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül-humuza. Müvellid-ül-humuza ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kihribar gibi kendine çeker. İkisi imtizaç eder. Buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havâî) bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i garîziyyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyada, aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münasebet-i şedîdeyi, müvellid
(Sh:Asâ.132)
Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizamımız bozulur, nizamımız karışır."
Sonra o müddeî, onda da me'yus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanı ile tabiiyyunun dedikleri gibi der ki: "Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var." Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı hâliyle der ki: "Eğer bütün emsalimiz ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak olan bir kudret ve ilim sende varsa, hem sudan ve havadan tut, tâ nebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa, hem, ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfda yerleştirerek, kemal-i hikmet ile istihdam edip ibadet ettirecek sende böyle nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster, sonra "ben seni yaptım" de. Yoksa sus! Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delâletiyle, benim Sâniim, herşey'e Kadîr, herşey'e Alîm, herşey'i görür ve herşey'i işitir bir Zât'tır. Senin gibi sersem, âcizin parmağı O'nun san'atına karışamaz. Zerre miktar müdahale edemez."
O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz, gider. İnsanın nev'ine rast gelir, kalbinden der ki: "Belki, bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde; şeytan, onların ef'al-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup beni tardeden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim." Onun için beşerin nev'ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisaniyle der ki: "Siz çok karışık bir şey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım." der. O vakit nev'-i insan, hak ve hakikat lisaniyle, hikmet ve intizamın diliyle der ki: "Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nev'imiz gibi
_______________
ül-humuza ile karbona vermiş ki: O iki unsur, birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki: İmtizaçtan, hararet hâsıl olur. Çünki, imtizaç, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç vaktinde her iki zerre, yâni onun zerresi, bunun zerresiyle imtizaç eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünki: İmtizaçtan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hâkim'in bir kanunu ile hararete inkilâb eder. Zaten "hareket, harareti tevlit eder." bir kanun-u mukarreredir. İşte şu sırra binaen beden-i insaniyedeki hararet-i garîziyye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizat-ı kudret-i İlâhiyye olan kelime meyvelerini veriyor...
(FESÜBHÂNE MEN TAHAYYERE Fİ SUN'İHİ'L UKÛL)
(Sh:Asâ.133)
bütün hayvanat ve nebatatın yüzbin envaından rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüzbinler zîhayat envâından nescolunan ve gayet nakışlı bir surette îcad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemal-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa, hem eğer, biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mizan-ı hikmetle aktâr-ı âlemden bize gönderecek muhit bir kudret ve şâmil bir hikmet sende varsa ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsâlimizi îcad edecek bir iktidar sende varsa: belki bana Rubûbiyyet dâva edebilirsin. Yoksa haydi sus! Benim nev'imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannetiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünki: Bizeden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.
Hiç mümkün müdür ki: Bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini, san'atkârane yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun. Hem bir mevyenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun. Hem çekirdeği îcad eden, çekirdekli cismin sâniinden başkası olsun. Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu'cizat-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârık-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen, anlarsın ki: Benim Sâniim, öyle bir zâttır ki, hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey, ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar sühuletle îcad eder. Koca kâinatın fihristesini, kemâl-i intizamla benim mahiyetimde derceden bir zâttır. Böyle bir zatın san'atına senin gibi câmid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise, sus! Def'ol git!" der. onu tardeder.
Sonra o müddeî gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbap namına ve tabiat lisaniyle ve felsefe diliyle der ki: "Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var" diye dâva eder. O vakit o gömlek, (Hâşiye) o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: "Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden gelecek zamanlarda giydirilen ve kemal-i intizam ile kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tâyin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek, kudret ve san'at sende varsa hem hilkat-ı arzdan, tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve,
_____________
(Hâşiye): Fakat şu haliçe, hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemal-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder. Tâ ki: Nessâcının muhtelif cilve-i esmâsını ayrı ayrı göstersin...
(Sh:Asâ.134)
bütün atkılarımdaki bütün fertleri îcad edecek kemâl-i intizam ve hikmetle tâmir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup, mûcid olabilirsen, bana Rubûbiyyet dâva et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i Ehadiyyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmıyan ve bütün eşyayı bütün şuunâtiyle birden görmiyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamıyan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahip olamaz ve müdahale edemez."
Sonra o müddeî gider. "Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum" der. Gider, küre-i arza (Hâşiye-1) yine esbab namına ve tabiat lisaniyle der ki: "Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise, sen benim olabilirsin." O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle gök gürültüsü gibi bir sada ile ona der ki: "Haltetme... Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim! Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san'atsız görmüş müsün ki, bana sahipsiz, serseri dersin. Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmibeş bin senelik (Hâşiye -2) bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemâl-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azîmeye hakikî mâlik olabilirsen ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve câzibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi îcad edip, yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana Rubûbiyyet dâva et. Yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir zâttır ki; bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı,
______________
(Hâşiye-1) Elhâsıl: Zerre, o müddeîyi, küreyvât-ı hamraya havale eder. Küreyvât-ı hamrâ, onu hüceyreye, hüceyre dahi, beden-i insana; beden-i insan ise, nev-i insana; nev-i insan, onu zîhayat envâından dokunan arzın gömleğine; arzın gömleği dahi, küre-i arza; küre-i arz, onu güneşe; güneş ise, bütün yıldızlara havale eder. Herbiri der: "Git, benden yukarıdakini zaptedebilirsen sonra gel benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlub etmezsen, beni ele geçiremezsin."
Demek bütün yıldızlara sözünü geçiremiyen, birtek zerreye Rubûbiyyetini dinletemez.
(Hâşiye-2) Bir dairenin takriben nıfs-ı kutru, yüzseksen milyon kilometre olsa; o daire, (kendisi) takriben yirmibeş bin senelik mesafe olur.
(Sh:Asâ.135)
meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl ve Hâkim-i Mutlaktır.
Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: "Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup, bir yol açarım. Yeri de musahhar ederim." Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisaniyle, mecûsîlerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin; istediğin gibi tasarruf edersin." Güneş ise: Hak namına ve hakikat lisaniyle ve hikmet-i İlâhiyye diliyle ona der: "Hâşâ yüzbin def'a hâşâ ve kellâ!...Ben musahhar bir me'murum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdârım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünki, sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki; benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir." der, müddeîyi tekdir eder.
Sonra o müddeî döner, fir'avunlaşmış felsefe lisaniyle der ki: "Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin" der. O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubûdiyyet lisaniyle der ki: "Ben öyle birinin olabilirim ki; bütün emsalim olan ulvî yıldızları îcad eden ve semâvatında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i zînetle süslendiren bir zât olabilir."
Sonra o müddeî, kalbinden der ki: "Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim namına bir şey kazanırım." der. Onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisaniyle, nücumperest olan sâbiiyyunların dedikleri gibi der ki: "Sizler, pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz." O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: "Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki: Bizim yüzümüzdeki sikke-i Vahdeti ve turra-i Ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavânîn-i ubûdiyyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannedersin. Bizler öyle bir zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz fezâ-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, O'nun kemâl-i Rubûbiyyetini gösteren nuranî şahitleriz. Ve saltanat-ı Rubûbiyyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir tâifemiz, O'nun daire-i saltanatında; ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nuranî hizmetkârlarız.
Evet herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehad'in birer mu'cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdâniyyetin birer münevver bürhanı ve melâikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi ve saltanat-ı Rubûbiyyetin birer şahidi-
(Sh:Asâ.136)
ve fezâ-yı âlemin birer zîneti, birer kasrı, birer çiçeği ve semâ denizinin birer nuranî balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü (Hâşiye-1) olduğumuz gibi, hey'et-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir zînet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzûniyet içinde bir kemâl-i san'at bulunduğundan Sâni-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz diller ile Vahdetini, Ehadiyyetini, Samediyyetini ve evsâf-ı cemâl ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede sâfi, temiz, mutî, müsahhar, hizmetkârları karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hattâ sahipsizlik ile ittiham ettiğinden tokata müstehaksın." der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız, öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı (Hâşiye-2), evham derelerine ve tesadüfü, adem kuyusuna ve şerikleri, imtina' ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i sâfilinin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız:
لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَاfermân-ı kudsîsini okuyorlar. Ve "Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın" diye ilân ederler.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فَى كَثْرَتِ مَخْلُوقَاتِكَ وَدَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فَى مَشْهَرِ كَآئِنَاتِكَ وَعَلى اَلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
(Hâşiye-1) Cenâb-ı Hakk'ın acâib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yâni: Semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acâib-i san'at-ı İlâhiyyeyi temâşa eder gibi görünüyor. Semânın melâikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer-i acâib ve garâib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.
(Hâşiye-2) Fakat, sukuttan sonra tabiat, tövbe etti. Hakikî vazifesi, te'sir ve fiil olmadığını, belki kabûl ve infi'al olduğunu anladı. Ve kendisi Kader-i İlâhînin bir nevi defteri -Fakat, tebeddül ve tegayyüre kabil bir defteri- ve kudret-i Rabbâniyyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâl'in bir nevi fıtrî Şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavânini olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyâd ile vazife-i ubûdiyyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlâhiyye ve san'at-ı Rabbâniye ismini aldı...
(Sh:Asâ.137)
$
BİRİNCİ MEVKIFIN KÜÇÜK BİR ZEYLİ Festemi' âyet
اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَّينَّهَا ilâ âhiri âyet
ثُمَ انْظُرْ اِلَى وَجْهِ السَّمآءِ كَيْفَ تَرَى سُكُوتًا فَى سُكُونَةٍ حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ تَلَئْلأً فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا
فِى زِينَةٍ مَعَ اِنْتِظَامِ اْلخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلَئْلُؤُنُجُومِهَا تُعْلِنُ لِاَهْلِ النُّهَى سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ
اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا
ilâ âhiri âyet
Bu âyetin bir nevi tercümesi olan
ثُمَ انْظُرْ اِلىَ وَجْهِ السَّمآءِ كَيْفَ تَرَى سُكُوتًا فَى سُكُونَةٍtercümesidir. Yâni, âyet-i kerîme, nazar-ı dikkati, semânın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak'ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa; eğer başıboş olsa idiler, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler, gayet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzım idi ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i hercümerc içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi câmus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği mâlûm. Halbuki: Küre-i arzdan bin def'a büyük ve top güllesinden yetmiş def'a sür'atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte sükûnet içindeki sükût-u ecramdan Sâni-i Zülcelâl'in ve Kadîr-i Zülkemâl'in derece-i kudret ve teshîrini ve nücumun Ona derece-i inkıyad ve itâatini anla.
(Sh:Asâ.138)
حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde, bir hareketi görmeği âyet emrediyor. Evet, gayet acib ve azim harekât, gayet dakik ve geniş hikmet içindedir. Nasılki, bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san'atkâr, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i san'at ve meharetini gösterir. Öyle de: Koca Güneşe, seyyarat ile beraber fabrika vaziyetini veren ve o müdhiş azîm küreleri sapantaşları misillû ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette, nazara tezahür eder.
تَلَئْلَهءً فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ
Yâni; hem semâvat yüzünde, öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki: Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san'atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultânın derece-i haşmetini ve terakkiyât-ı medeniyyede derece-i kemâlini gösterdiği gibi; koca semâvat, o haşmetli, zînetli yıldızlariyle Sâni-i Zülcelâl'in kemâl-i saltanatını ve cemâl-i san'atını, öyle nazarı dikkate gösteriyorlar.
مَعَ اِنْتِظَامِ فِى خِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnûatın mevzûniyyetini gör ve anla ki: Onların sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil. Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mîzan-ı mahsus ile, herbirini muayyen bir yolda sevkeden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini; ve hareket eden cirmlerin O'na derece-i itâat ve musahhariyyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvat, o dehşetli azametiyle hadsiz yıldızlariyle ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâl'lerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsus ile Rubûbiyyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler. Hem de şu âyet gibi Sûre-i Amme'de ve sair âyetlerde beyan olunan teshîr-i şems ve kamer ve nücumla işaret ettiği gibi.
تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهَى سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ Yâni: Semânın müzeyyen tavanına, Güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak, gece-gündüz hatlariyle, kış-yaz sahifelerinde mektubât-ı samedâniyyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yük-
(Sh:Asâ.139)
sek minare ve kulelerdeki büyük saatların parlıyan akrebleri misillû, kubbe-i semâda Kameri, zamanın saat-ı kübrasına bir akrep yapmak; mütefâvit çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakik hesapla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlıyan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı Rubûbiyyetin şeâiridir. Zîşuura, Onu iş'ar eden muhteşem bir Ulûhiyyetin işârâtıdır. Ehl-i fikri, îmana ve tevhide dâvet eder.
Bak kitâb-ı kâinatın safha-i rengînine
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlim, çeşm-i dil erbâbına
Sanki âyatın Hudâ, nur ile tahrir eylemiş.
Bak, ne mu'ciz-i hikmet, iz'an-rubâ-yı kâinat;
Bak, ne âli bir temâşâdır; fezâ-yı kâinat.
Dinle de yıldızları,şu hutbe-i şîrinine,
Nâme-i nûrunu hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisaniyle derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,
Birer bürhan-ı nûr efşânız vücub-u Sânia, hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz,
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nâzenin mu'cizatı çün melek seyranına.
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tûba-yı hilkatten semâvat şıkkına, hep kehkeşan ağsânına
Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvî âşiyâne,
Birer misbâh-ı nevvâr, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz...
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı hâlikane
Birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüzbin dil ile, yüzbin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana,
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü.
Hak söyliyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz âbidâne,
Zikrederiz, Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz...
* * *